:: Duygusuz.com - Dostluk ve Arkadaşlık Sitesi
Konuyu Oyla:
  • Derecelendirme: 0/5 - 0 oy
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Osmanli Imparatorluğu’nun Dünya Tarihindeki Yeri
eRCi
#1
Osmanlı İmparatorluğu, miladi 14 ve 15. yy.larda şekillenmişti; fakat coğrafi yönden yayılışı 16. ve 17. yy.larda en yüksek seviyeye ulaştı.Bu iki yy. boyunca Osmanlı İmparatorluğunun Dünya Tarihindeki Yeri
İmparatorluğun Avrupa’daki batı cephesi Trieste ile Viyana’nın yakınlarında,kuzey cephesi Polonya’nın bitişindeydi.Karadeniz ile Azak denizi birer Osmanlı gölü haline gelmişti.1475’ten 1768’e kadar Osmanlı İmparatorluğu ile ona bağlı devletlerden başka hiçbir devletin bu denizlerde kıyısı yoktur.Kafkasya’nın batısı gibi Asya’nın batısında Dicle ve Fırat nehirlerinin yatakları da ta İran Körfezine kadar Osmanlı yönetimi altındaydı.İmparatorluk, Suriye’yi de en geniş coğrafi anlamıyla elinde tutuyordu.Arabistan’ın batısı bütünü ile, en güneydeki Yemen’i içine alacak şekilde Osmanlı idaresindeydi ki bu da İmparatorluğa Hint Okyanusunda bir kıyı sağlıyordu.Aynı şekilde, Kuzey Afrika’da Mısır’dan en batıdaki Fas’ın doğu sınırına kadar Osmanlı topraklarıydı.
Osmanlı İmparatorluğu , böylece, Hint ve Atlas Okyanusları’nın arkasularının birbirine en fazla yaklaştığı bir yer olarak, Eski Dünyanın odak noktasını işgal ediyordu.İmparatorluk, İran Körfezi ile Kızıldeniz’den Akdeniz’e uzanan ulaşım hatlarının her iki kıyısını birden ayağı altında tutuyor, Akdeniz’i Karadeniz ve Azak denizine bağlayan boğazlarla hükmediyordu.Bir zamanlar Osmanlıya ait olan bu bölgeyi kuşatan iletişim hatlarının önemi, günümüzün dünya havayolları haritasında ortaya çıkmaktadır.Bu bölge neredeyse bütün devri alem seferlerinin geçtiği bölgedir.Gerçi Osmanlı imparatorluğunun zinde günlerinde Ortadoğu yollarının Okyanus hatlarından daha az kullanıldığı doğru (ve beklide önemli) olabilir. Fakat bu istisnai ve geçici bir durumdu. Dünya iletişiminde bugünkü havayolları haritası, en eski kayıtların tarihinden bu yana kullanılagelen rotaların olağan haritası olmuştur. Ne olursa olsun, üç Eski Dünya kıtasının buluştuğu bu bölge tıpkı daha önce ve sonra olduğu gibi, tarihinin Osmanlı safhasında da birinci sınıf bir rol oynamıştır.
Bu bölge, Osmanlı öncesinde, dünyanın en eski uygarlıklarına ve bugün neredeyse Hindistan da ortaya çıkmış dinler kadar mensupları bulunan üç dine-Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam-beşiklik etmişti. Dolaysıyla, kıtaların bu buluşma noktası hep yaratıcı ve muhtemelen bu sebepten karışıklık içinde olmuştur. Bölge, genellikle siyasi bakımdan dağınık bir durumdadır ve bunun sonucu olarak, kronik savaşlardan musteriptir. Son 5 bin sene içinde bu bölgenin büyük bir kısmında bir süre için siyasi birliği ve bunun beraberinde barışı sağlayabilmiş dört-topu topu dört- imparatorluktan en sonuncusu, Osmanlı imparatorluğu olmuştur. Onun üç selefi ise Birinci Pers İmp. (M.Ö. 538-334) yakın doğudaki Roma İmp. (M.Ö. 62-M.S. 602) ve (650 den yaklaşık 850 ye kadar etkili olan) Arap [Emevi] İmp. Olmuştur. Ancak şurasını da belirtmek gerekir ki bölgedeki bu barış ve birlik zamanları nadir vakalardandır ve her biri kısa ömürlü olmuştur.
Dört Ortadoğu İmp. içinde sadece Osmanlı İmp. bölgenin tamamını bir süre için de olsa birleştirmeyi başarmıştır. Pers ve E mevi İmp. bölgenin Yunanlılara ait bölümünü, Roma İmp. ‘da Irak’ı idaresi altına alamamıştır. Pers, Emevi ve Osmanlı İmparatorlukları, hem Irak’ı hem de Mısır’ı ilhak ettiler; bu iki ülke, 19. asırda Kuzey Amerika ile Ukrayna’nın tahıl ekimine açılmasından önce dünyanın önde gelen tahıl ihracatçılarıydı. Bu dört imparatorluğun her biri bir gerileme ve çöküş yaşadı; barışı sağlayamaz oldu, ardından komşularının ve kendisine bağlı devletlerin gözündeki itibarını yitirdi. Bunlar, çöken imparatorluğun mirasına konmak için sabırsızlanıyorlardı. Fakat bu topraklar sonunda komşu güçler yahut kurulan yerli devletler arasında paylaşıldığı zaman, her defasında bölge anarşiye düştü. Buna karşılık, imparatorluk yönetimi, gerileme sırasında bile daha tahammül edilebilir cinstendi; güçlü zamanlar ise gerçekten birer altın çağ sayılırdı.
Pers İmp. Yunanlıları idaresi altına almayı başaramayınca, Yunan devletlerinden biri olan Makedonya, diğerlerine ve hatta Pers İmparatorluğu’na tahakküm etmeye kalktı. Makedonyalı Filip Yunanlıları birleştirdi, oğlu İskender ise Pers İmparatorluğunu yıktı. Fakat, İskender’in ölümünden sonra, onun generalleri Pers İmparatorluğu’nu bölüştüler; Yunanistan tekrar parçalandı; böylece Roma İmparatorluğu’nun kuruluşuna kadar sürecek bir anarşi dönemi başladı. Sonra, gerek Emevi İmparatorluğu’nun, gerekse Küçük Asya ve Güneydoğu Avrupa’daki Roma İmparatorluğu kalıntısının gerileme ve çöküşünün ardından, yine anarşi vardı. Osmanlı İmparatorluğu da aynı yolu izledi. 18 ve 19. yüzyılarda iç bütünlüğü, kanun hakimiyeti ve düzeni sağlamakta yetersiz kaldı. Avrupa ve Afrika’daki sınırları daralmaya başladı. Bununla beraber, hakimiyeti altındaki Asya ülkelerini öylece muhafaza etti, hatta, 1914’lere kadar, müessir otoritesini yeniden tesis etti.
19. yüzyılda Rus Çarı I.Nikola Osmanlı İmparatorluğu’nu “Avrupa’nın hasta adamı “ ilan etti. 1913’e kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun Edirne’den batıya doğru nekadar eski toprağı varsa hepsi ya Habsburg ve Rus İmparatorluğu’na geçmiş yahut bölünerek yeni milli devletlere dönüşmüştür. ( Sırbistan, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk ) 1918’e kadar ise Cezayir’den Irak’a kadar, vaktiyle Osmanlı idaresi altında bulunan bütün Arap ülkeleri, Hicaz ve Yemen hariç olmak üzere, ya Fransa’nın, ya İngiltere’nin yada İtalya’nın eline geçti. Osmanlı yönetimin bu halefleri, kendilerinin bu işi Osmanlıdan daha iyi yürüteceklerinden emindiler.
Cevapla
eRCi
#2
Fakat sonuçta, eski Osmanlı halklarının çoğunluğu için bu değişimin oldukça kötüye doğru cereyan ettiği ortaya çıktı. Kırım Tatarları kitleler halinde Sovyet Orta Asya’sına sürüldü. Romanya ve Bulgaristan, Sovyetler Birliğinin gönülsüz uyduları oldu. Cezayir önce bir Batılı müstevliye karşı inatçı fakat mağlubiyetle sonuçlanan bir savaş, sonra da ızdıraplı fakat başarılı bir bağımsızlık savaşı vermek zorunda kaldı. Suriye’nin Fransız mandası altında, Libya’nın İtalyan idaresinde başına gelenler, bunlarda daha az vahim değilidir. Mısırın İngiliz tuzağından kurtulması yetmiş seksen yıl aldı; ondan sonra da bir defa İngiltere ile Fransa, iki defa da İsrail tarafından işgal edildi. Osmanlı İmparatorluğundan sonra kurulan Arap devletlerinden Ürdün’e Suriye’nin bir kısım toprakları, tıpkı Mısırın bir kısmı gibi 1967’den buyana İsrail işgali altında bulunuyor. Hicaz, Osmanlı yönetiminden çabucak Suud yönetimine geçiverdi; fakat her ne kadar mevcut Necdli yöneticiler kendilerinden biri olsa da, Vahhabi idaresi muhtemelen Hicazlılara Osmanlıdan daha az sevimli geliyor. Yemen ise, biri Suudi Arabistan, diğeri Mısır tarafından desteklenen iki taraf arasındaki iç savaşın eziyeti altında kaldı. Eski Osmanlı haklarının en talihsiz olanı ise Filistinli Araplar teşkil ediyor. Filistin, I. Dünya Savaşında Osmanlı İmparatorluğundan zaptedilmişti. Sonra halkının fikrine hiç başvurulmaksızın bu ülke, 1917’deki Balfour deklarasyonunun belirlediği şartlar altında İngiliz mandasına sokuldu. Bu deklarasyonda İngiliz hükümeti, Filistin de Yahudiler için kurulacak milli bir yuvayı desteklemeyi vaad ediyordu.
Osmanlı idaresinde iken Filistinliler, kendi yurtlarına yerleşen yabancılar tarafından silinme tehlikesiyle karşı karşıya kalmadılar. İngiliz işgali altında ise ( 1918-1948 ), Yahudiler, Filistinlilerin idaresine rağmen, İngilizlerin silah zoru altında Filistin’e yerleştiler.Bu durum 1948 de İsrail devletinin kuruluşuyla sonuçlandı ve 1949’daki ateşkes hattının İsrail tarafına düşen Filistinli Arapların çoğunun evleri ve toprakları ellerinden alındı. Evlerini kaybetmemiş olan Filistinliler ise, ya İsrail’in idaresi altında yahut İsrail askerinin işgali altında bulunuyor. Filistin’liler için Osmanlı İmparatorluğunun dağılması, felaketin en büyüğü oldu. Bu durum, Osmanlı İmparatorluğunu bölgedeki yerini alan ve şimdi İsrail’in kapı komşusu olan diğer Arap ülkeleri –Lübnan, Suriye, Ürdün, Mısır- için de küçük bir felaket sayılmazdı.
Bir kısım eski Osmanlı halklarının Osmanlı yönetiminden ayrıldıktan sonra başlarına gelenlerin incelenmesi, Osmanlı yönetiminin, tıpkı Habsburg yönetimi gibi, haksız olarak iftiraya uğradığını göstermektedir. Pek iyi bir devre olmayan en son aşamasında bile İmparatorluk yönetimi, hakimiyeti altında olanlar için, daha sonra başlarına gelecek olan musibetlerden çok daha mutlu bir idare teşkil ediyordu.
Araplar, Bulgarlar, Romenler ve Kırım tatarları için Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasından sonraki dönem, daha iyiye doğru bir dönüş olmadı. Fakat Osmanlı imparatorluğunun yerini alan devletlerden bir tanesi, yani Türkiye Cumhuriyeti için İmparatorluğun dağılması, kesinlikle daha iyiye doğru bir değişme ifade ediyordu. 29 Ekim 1923’de T.B.M.M’nin Cumhuriyet ilan eden bir kanunu kabul etmesi ile Osmanlı İmparatorluğu resmen ortadan kalkmış oldu. Osmanlı padişahlarının sonuncusu olan Vahdettin 17 Kasım 1922’de sürgüne gönderilmiş, yerine yeni bir padişah nasbedilmemiştir. 18 Kasım 1922’de T.B.M.M Vahdettin’in yerine bir halife tayin ettiyse de, 3 Mart 1924’te, hilafeti kaldıran ve hanedanın tamamını Türkiye Cumhuriyeti topraklarından çıkaran bir kanun, Meclis’te kabul edildi.
Bunlar Dünya tarihi içinde tarihi hadiselerdir. Çünkü Ertuğrul’un oğlu Osman tarafından kurulan devlet altı asır boyunca dünya siyasetinde etkili bir güç oluşturmuştu. İslam tarihinde ise Hazreti Muhammed’in 632’deki vefatından buyana, hilafet siyasi İslam birliğinin bir sembolü olagelmişti. Devletin bu devrimci hareketleri, kendisine meydan okuyanlara Osmanlı Türklerinin varolma azminin bir cevabıydı.
Aslında, var olduğu sürece Filistin’li Arap Osmanlı’larının hamisi olan Osmanlı İmparatorluğunu devam ettirmek, Anadolu Türk Osmanlılarının kendi varlıklarını tehdit eder hale gelmiştir; Türklerin bu yükten kurtulması gerekiyordu. Sultan II. Mahmut’un 1826’da Yeniçeri ocağını kaldırıp reorganize ve modernize etmesinden bu yana, bütün sünni Osmanlı vatandaşları askerlik hizmetiyle mükellef tutulmuştur. Ne var ki, bunun da bütün yükü Türklerin üzerine düşmüştü. Ertesi yüzyılda Osmanlı Türkleri çok ağır kayıplar verdiler. Osmanlı İmparatorluğu Rusya ile üç kere daha savaşmış, 1911-13 ve 1914-18 arasında önce İtalya ile İmparatorluğunun Avrupa’daki devletlerin meydana getirdiği ittifakla son olarak ta aynı anda Rusya, Fransa ve İngiltere ile sürekli savaş halinde olmuştu. Daha da kötüsü, İmparatorluğun yabancı devletlerle savaşmadığı zamanlarda bile Osmanlı Türk askerleri Makedonya, Arnavutluk ve Yemen’de, kendilerini hürriyet savaşçısı ve vatansever olarak gören yerel isyancıları bastırmaya çalışmışlardı. Osmanlı toprakları içindeki bu savaşlarda hastalıkların yol açtığı kayıplar, belki de silah zoruyla uğranılan kayıpları geride bırakacak kadar büyüktü. Osmanlı İmparatorluğunu bu şekilde yaşatmaya çalışmak, Osmanlı Türklerini ölümcül bir şekilde kan kaybına uğratıyordu.
Karşı konulmaz bir siyasi ve askeri gücün zorlamasıyla Türk Osmanlılar, üzerlerindeki Osmanlı yükünün büyük kısmından kurtuldular. 1918’e kadar Osmanlı İmparatorluğunun daralmış sınırları içinde Türkler haricinde kalanlar, Anadolu ve İstanbul’daki Rum azınlık ile Doğu Anadolu’daki Laz ve Kürt nüfustan ibaretti. Fakat kaybettikleri topraklardaki hakimiyet haklarından vazgeçmenin, milletler için psikolojik zorlukları vardır. –Velev ki bu kayıp topraklar yabancı ve düşman olsa, hatta kaybedileni bir daha ele geçirme ümidi hiç bulunmasa bile emrivaki şeklindeki bir toprak kaybını, geleneksel açıdan bakıldığında milli menfaatlere aykırı gözükmesine rağmen, bir milletin gönüllü olarak kabul etmesi ise alışılmamış ve kayda değerdir. İşte Osmanlı Mebusan Meclisinin bir kısım Türk üyeleri tarafından 28 Ocak 1920’de İstanbul’da kabul edilen ve 1921’de Ankara’daki Millet Meclisi tarafından onaylanan Türkiye Milli Misakında, Osmanlı Türk halkı Osmanlı Araplarının kendi geleceklerini belirleme hakkını açıkça tanımakta ve dolaylı olarak da, Avrupa kıtasında, İstanbul ve Trakya üzerindeki kendi hak iddialarını sınırlamaktaydı.
Bu, Türk halkının toprak kayıtlarını durdurma kararının ilanıydı. Eski Osmanlı İmparatorluğunun Türk olmayan kısımlarını –Doğu Anadolu’daki Laz ve Kürt bölgeleri hariç- elinde tutmaya veya tekrar ele geçirmeye çalışmak yerine, Türk halkı, bundan böyle enerjisini, Türklerin kesin bir çoğunluk oluşturduğu İmparatorluk bölgelerindeki kendi milli kaynaklarını geliştirmeye teksif edecekti. Türkler 1920’de bu karara varmakla kalmadılar. O günden bu yana geçen yarım asır boyunca, sürekli ve ısrarlı bir şekilde bu karara uygun davrandılar. Sonuçta Türk halkı, şimdiye kadar görülmedik bir nüfusa ve refah seviyesine erişti. Modern eğitim ve buna paralel olarak modern teknoloji de kayda değer bir şekilde yaygınlaştı. 1919’da başlamak üzere on yıldan daha kısa zamanda Türk halkı, batı halklarının yüzyılda başaramayacağı bir dizi temel reformu gerçekleştirdi. Kadınların özgürlüğüyle Latin alfabesinin kabulü, en çarpıcı değişikliklerden ikisiydi. Türklerin hayatında bu kadar hızlı bir şekilde bir değişim, kendisini bir çileye vermiş olan nesil üzerinde büyük bir psikolojik gerilim meydana getiriyordu. O nesil bu gerilimi kabul etti ve dayandı, çünkü varoluşunun tehlikeye düştüğünü fark etmişti. Bu büyük olay başarıyla gerçekleşti; çünkü Türk halkı, tarihindeki bu kritik noktada büyük lider bulmak gibi bir şansa ve onun liderliğini izlemek gibi bir aklı selime sahipti. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliği olmadan Türk halkı varlığını devam ettirebilir miydi? Ve eğer Türk halkı onun liderliğini izlemese ne kendi payına düşeni yerine getirip onun liderliğini etkili kılacak şartları hazırlayacak cesaret, tahammül, dayanışma ve iradeyi göstermeseydi, Atatürk başarılı bir lider olabilir miydi? Hayal gücü ve irade Atatürk’ün iki yeteneğiydi; fakat Türk halkı kendisinden istenen muazzam yükümlülükleri yerine getirmeseydi, bu yetenekler sonuçsuz kalırdı. Türkiye’yi ecelin pençesinden çekip kurtarma şerefini, halk ve onun lideri, aralarında paylaşmıştır.
Ancak bu, artık Osmanlı İmparatorluğu tarihin bir parçası değil, İmparatorluğun yerine kurulan devletlerden en genç ve en başarılı olanının tarihinde birinci bölümü teşkil etmektedir. Şimdi Osmanlı İmparatorluğunun kendi siyasi ve sosyal yapısını incelememiz ve onun devlet adamlarının ilham kaynaklarını izlemememiz gerekiyor. İmparatorluğun zinde günlerinde Yakın Doğu ve Ortadoğu halklarına siyasi birlik ve barış büyüsü aşılayan Osmanlı devlet adamlarına bunu yaptıran şey neydi? Halbuki halkların bizzat kendisi, bu durumda tam bir tezat teşkil edecek şekilde, Osmanlı İmparatorluğunun hem kuruluşundan önce, hem de dağılmasından sonra anarşinin pençesindeydiler.
Osmanlı İmparatorluğu üç belirgin miras aldı. O, Müslüman Arap İmparatorluğunun varisi olduğu gibi, Hristiyan Roma İmparatorluğunun da varisiydi ve Avrasya bozkırlarından küçük bir göçebe topluluk tarafından kurulmuştu. Osmanlı İmparatorluğunun bu göçebe kurucuları, mülteci idiler. Bunlar, 13. asırda Moğol patlamasıyla bozkırdan sürülüp ecnebi tarlalar ve şehirler dünyasına atılmışlardı. Bu, doğup büyüdükleri muhitler olan bozkırlardan arka arkaya çevredeki yerleşik topluluklara akın eden göçebe patlamaları içinde en şiddetlisiydi. Osman’ın babası Ertuğrul ve adamları, Moğol göçebelerinin pek çok kurbanından sadece bir kısmını teşkil ediyordu. Osmanlılar, yeni bir ekonomik ve sosyal çevrede yeni bir hayata başlamak zorunda kaldılar; fakat beraberlerinde yörüklerin hayatlarından miras kalma kurumları ve adetleri de getirdiler ve bunları karşılaştıkları yeni durumlara tatbik ettiler.
Her ne kadar asıl Osmanlıların göçebe dedeleri daha Müslüman Orta Asya ve İran’dan Kuzeydoğu Anadolu’ya göç ederken Müslüman olmuş idiyseler de, onların devraldıkları üç miras içinde Müslüman Arap İmparatorluğunun mirası belki de en önemsizini teşkil ediyordu. Abbasi Arap hilafetinin Moğollar tarafından 1258’de sona erdirilmesine mütakip büyük küçük her mahalli Müslüman hükümdar, daha önce Arap İmparatorluğunun siyasi yöneticisi tarafından “halife” ünvanını alır oldu. Mesela Osmanlı padişahı I. Murat (1360-1389), halife ünvanını kullanmaya başladı. Bağdat’taki hilafetin sona ermesinin ardından, Mısır’ın Memlük yöneticileri, Kahire’de kukla halifeler olarak Abbasi hanedanının mülteciler şubesini kurdular ve burada kukla halifeler adına Memlüklüler hüküm sürmeye başladılar. Aslında Memlüklüler gasıptı; bu ise idarelerini meşrulaştırmaya yarıyordu.
Mısır’ın Osmanlılar tarafından 1517’de fethinden ve son Kahireli Abbasi halifesinin 1543’te ölümünden sonra, Osmanlı padişahları, daha önce I. Murat’ın yaptığı gibi kendilerine halife ünvanını verdiler. Halife ünvanının bazı işlere yaradığının keşfedilmesi ise Osmanlı İmparatorluğunun gerilemeye başlamasından sonraya rastlar. Bu unvan, Osmanlı padişahına, gerileyen Osmanlı sınırlarının ötesindeki Sünni Osmanlılar arasında –mesela Orta Asya ve İngiliz Hindistanında- bir nüfuz sağlıyordu. Osmanlı İmparatorluğunun kendilerine terk etmek zorunda kaldığı ve halkı Sünni Müslüman olan ülkeleri ele geçiren Hıristiyan devletlerin yöneticileri, bütün Sünni Müslümanların siyasi yöneticileri kim olursa olsun dini liderlerinin “halife” sıfatıyla Osmanlı padişahı olduğu şeklinde yanlış bir inanışa sahiptiler. Osmanlı Diplomasisi de bu durumdan yararlanmayı biliyordu. Hıristiyanlar, halife ile Sünni Müslümanlar arasındaki ilişkinin papa ile Roma Katolik Hıristiyanları arasındaki ilişki ile aynı olduğunu sanıyorlardı. Oysa halife, Hz. Muhammed’in sadece siyasi halefidir. Onun din konusundaki halefleri ise ulema, yani İslam hukuku bilginleridir. Fikir birliğine vardıklarında ulemanın yapacağı açıklamalar, dini konularda yetkili açıklamalardır; bu durumda halifenin söyleyeceği bir söz kalmaz.
Bununla beraber Rusya, İtalya ve Bulgaristanla 1774,1912 ve 1913’te imzalanan barış anlaşmalarının müzakerelerinde, Osmanlı hükümeti, kaybedilen topraklardaki Sünni Müslümanlar üzerinde Osmanlı padişahının halife olarak manevi otoritesinin devam etmesini öngören bir maddeyi kabul ettirmişti. Bu yüzdendir ki, T.B.M.M 1922’de bir yandan padişahlığı (diğer adıyla sultan) kaldırırken, bir yandan da halife tayin etmişti. Fakat sonradan bu kukla makamın kendilerine sıkıntı vermeye başladığını fark ettiler; çünkü hilafetin gerçekte dini değil, siyasi bir makam olduğunu ve bir cumhuriyet yönetimiyle beraber makul şekilde varolamayacağını her Müslüman biliyordu. Dolayısıyla T.B.M.M, 1924’te hilafeti de kaldırdı. Bu durum Hit Müslümanları arasında büyük bir üzüntüye yol açtı; fakat Türklerin haricindeki Müslümanlar, Osmanlı Türk halifesinden boşalan makama bir tayin de yapamadılar.
Osmanlı imparatorluğunun Roma’dan aldığı miras ise çok daha önemliydi. Daha önce savaşlarla harap olmuş bir bölgede barış ve birliği sağlamış olan diğer imparatorluklar –mesela Çim imparatorluğu- gibi, Roma imparatorluğu da, tamiri imkansız gözüken çöküntülerden sonra tekrar hayata dönme konusunda daha kayda değer bir kabiliyet sergiliyordu. Üçüncü asırda bir çöküş ve bir diriliş yaşadı. Yakın Doğuda da 7. yy’da ikinci bir çöküş ve diriliş geçirdi; 11. asırda bir üçüncüsünü, 13. asırda da bir dördüncüsünü yaşadı. Ne var ki, Roma imparatorluğu her seferinde tekrar dirilmiş olsa da, yine her seferinde, eski gücünden ve topraklarından bir kısmını kaybetmekten kurtulamadı. 13. asırdaki dirilişi ise, en zayıfıydı. 1182-1204’teki çöküşünden 15. yy ortalarında son kalıntılarının (İstanbul, Pelopones yarımadası, Trabzon) Osmanlılar tarafından ilhakına kadar Doğu Roma imparatorluğu artık güçsüzdü. Eski müstemlekeleri parça parça olmuş ve anarşi içine düşmüştü ki, bu durum, 14. ve 15. yy’larda onların Osmanlılar tarafından tekrar toparlanmalarına kadar devam etti.
Son üç Bizans tarihçisinden ikisi –Khalkokondiles ve Kritopulos- olayların örgüsünü kurarken, Doğu Roma (Bizans) imparatorluğunun çöküşünü değil, Osmanlı imparatorluğunun yükselişini anlatmak suretiyle, tarih sezgilerini ortaya koymuşlardır. Yunanlılar, Roma tarafından fethedilip de Hıristiyan olduklarından beri kendilerini Romalı olarak adlandırıyorlardı. Roma imparatorluğunu benimseyen Yunanlılar, hala kendilerini “Ramaioi” olarak adlandırdılar. Avam lisanında ise modern Yunanca’nın adı “Romaika”dır. Araplar Doğu Roma imparatorluğuna Rum adını vermiş, Osmanlılar Güneydoğu Avrupa’da fethettikleri topraklara Rumeli demişlerdir. Osmanlı padişahlarına ise diplomatik haberleşmelerde, diğer Müslüman hükümdarlar tarafından “Kayser-i Rum” (“Caser of Roma”Wink şeklinde hitap edilirdi.
Osmanlı imparatorluğunun, Roma imparatorluğunun yakın ve Ortadoğudaki beşinci dirilişi olarak almak; imparator 11. Konstantin’in İstanbul’u Fatih Sultan Mehmet’in eline düşmekten kurtarmak için beyhude çabalarken hayatını kaybettiği 1453 yılını da Roma İmparatorluğunun sona eriş tarihi olarak görmemek, tarih açısından daha aydınlatıcı olacaktır. Roma imparatorluğu, 1922’de son “Osmanlı Kayser-i Rum” Vahdettin’in bir İngiliz savaş gemisiyle İstanbul’dan ayrılışına kadar Osmanlı imparatorluğunda yaşamaya devam etmiştir.
Cevapla
eRCi
#3
Bu bir kelime oyunu değildir. Osmanlılar, önce kendi imparatorluklarını kurup sonra da onu tekrar tekrar diriltmek şeklindeki bir uygulamalardan miras olarak almışlardır ve bu manada Osmanlı imparatorluğu, Roma imparatorluğunun halefidir. Romalılar, yabancılara Roma vatandaşlığını her zaman cömertçe vermişler ve bu yerlileştirilmiş Romalılara,yeteneklerini, hem kendilerinin, hem de Roma imparatorluğunun menfaatine kullanma fırsatını sağlamışlardır. Osmanlılar, işte bu Roma geleneğini devam ettirdiler ve bu sayede bir imparatorluk kurmaya muvaffak oldular ki, bu imparatorluk, aslında, Roma imparatorluğunun yakın ve Ortadoğudaki beşinci dirilişiydi.
Orta Asyadaki Türk bozkırlarından gelen Ertuğrul oğlu Osman’ın küçük mülteci grubu, eğer sürekli olarak yeni taraftarları kendi safına kaydederek sayısını artırmış olmasıydı, bir imparatorluk vücuda getiremezdi. Bu yeni tarafların en eskilerinden bazıları, Rum mühtedilerdi. İmparatorluk genişledikçe, pek çok Hıristiyan arazi sahibi, topraklarını elde tutabilmek için Müslüman oldu ve Osmanlılaştı. (İrlandalı Katolik arazi sahiplerinden bir kısmı da, İngiliz işgali altında,aynı sebepten Protestan olmuş ve hakim sınıfın mensubu haline gelmişti.)
17. yy’a kadar 300 sene boyunca,Osmanlı hükümeti Hıristiyan teb’anın yetenekli çocuklarını askere alarak eğitti ve her bir öğrencinin kapasitesine göre, onları en alt seviyeden en üst seviyeye kadar kamu hizmetine yerleştirdi.
Bu sistemin terkinden sonra (buna,askere alma işi çeşitli vilayetler arasında sırayla gerçekleştirildiği için, ‘rotasyon’ anlamına gelen ‘devşirme’ adı verildi),1669’da,imparatorluğun Hıristiyan teb’asına tahsis edilen ve onların Müslüman olmasına ihtiyaç bırakmayan yeni bir görev ihdas edildi. Bu, Babıali Tercümanlığı idi. Bu yeni göreve gelen kişi, bir nevi dışişleri bakanı idi. Bundan sonra, ihdida etmemiş Hıristiyan teb’anın, elçilik yahut özerk Hıristiyan vilayetlerin valiliği gibi sorumlu mevkilere getirilmesine devam edildi. Osmanlı imparatorluğunun başarısı, büyük ölçüde, Hıristiyan teb’anın yeteneklerini buna benzer yollarla ortaya çıkarma politikasına dayanıyordu.
Böylece Hıristiyan Osmanlı teb’asından bazıları devletin en yüksek kademelerine kadar yükseldi. İmparatorluğun bütün Sünni teb’ası ise, milliyeti ne olursa olsun, birinci sınıf vatandaş idi. Arapça konuşan Flipinli bir Sünni, Türkçe konuşan bir Anadolu sünnisi ile eşit haklara sahipti. Osmanlı imparatorluğu, birinci sınıf vatandaşlığınını geniş şekilde yaygınlaştırma ve bulduğu her kabiliyeti kamu hizmetine aktarma konusunda Romalılara benziyordu.
Rama ve Pers İmparatorluklarını kuranlar, yerleşik çifçilerdi. Arap ve Osmanlı İmparatorluklarının kurucuları ise göçebelerdi. 15.yy’da yaşayan Kuzey Afrikalı ( Endülüslü mülteci ) Arap tarih felsefecisi İbn- Haldun, göçebe yörüklerin bir nevi “asabiyet” (sosyla bir bağlılık, karşılıklı sadakat bağı) sahibi olduklarına ve sahip çıktıkları sürece bu özelliğin, kendilerinden daha kalabalık ve gelişmiş toplulukları fethederek onlara hakim olma imkanı verdiğine işaret eder. Gerçi İbn Haldun bu sözleriyle Arap ve Berberi göçerlerini kastediyordu; fakat bu gözlemi, aynı şekilde Avrasyalı göçerler içinde geçerlidir. Bunlar da ırk ve lisan itibariyle birbirinden farklıydı (aralarında Türkler kadar İranlılar, Macarlar, Moğollar ve Tunguzlar da vardı). Fakat bunların hepsi, birbirine benzer sosyal ve kültürel özelliklere sahipti. Bu sosyal ve kültürel ve yeknesaklık, Avrasya bozkırlarının insan hayatı için oluşturduğu fiziki çevre itibarıyla yeknesaklığını karşılayacak özelliklerdir.
Bozkırlarda bir kır adamı olarak yaşamak, hayli beceri ister. Bozkır, deniz kadar yaşamaya elverişsizdir: Üzerinde oturamazsınız; Sürekli hareket etmediğiniz takdirde yok olursunuz;hareket de edemezsiniz. Kendinize bir rota çizmeniz ve ona uygun hareket etmeniz gerekir.Bozkırlar, ehli hayvanlar için birer otlak olabilir; ancak mevsimlik çayırların birinden diğerine sürekli yer değiştirmek şartıyla.Bu da maharetli ve güçlü bir liderlik ister ve liderin emirlerinin disiplinli bir şekilde uygulanmasını gerektirir.Kırsal kesimlerde göçebe hayatı sürmek, deniz seyahati gibi, tehlikeli bir ticarettir.Bu, düşman bir tabii çevre ile sürekli harp halidir ve tıpkı düşman bir insanla savaşırken gereken alışkanlıkları ve halet-i ruhiye’yi ister.Göçerler için sosyal birlik ve dayanışma, varolmanın vazgeçilmez bir şartıdır ve bu şart, bozkırların yetersiz ve çabucak bitiveren otlarından kendi yiyeceklerini temin ettikleri sürece, toplumun geçimini sağlayan ehli hayvanları da içine almaktadır. Lidere itaat, birbirine sadakat ve hayvanlarla ilgilenmek, çetin hayat şartlarının bir göçer topluluğundan istediği üç temel özelliktir.
Hayvan yetiştirmek ve onlarla yetiştirmek, göçer mesleği olmakla birlikte onların asıl becerisi, bazı hayvanları, topluluk ve sürülerine göz kulak olma konusunda kendilerine yardımcı –askeri deyimle astsubay- olarak yetiştirmekte ortaya çıkar. Bineklerinin (at ve deve) ve köpeklerinin eğitimi işlerinin önemli bir parçasıdır.
Göçerler bozkırlardan yerleşik bölgelere atıldıkları zaman ya almak ya da ölmek zorundadırlar. Buraları aldıklarında insanlara sürü muamelesi yaparlar ve aralarından seçtikleri bir azınlığı çoban köpekleri niyetiyle eğitirler. Sürüler, değerli canlı emtiadır. Emtia oldukları için esir sınıfına sokulurlar; değerli oldukları için de kendilerine bebek gibi dikkatle bakılır. Bu yüzden çoban, çoban köpeğinin yardımına muhtaçtır. Fakat çoban köpeği, eğitilmediği takdirde çobanın işine yaramayacaktır. Çoban köpeğinin yardımı ise o kadar önemlidir ki, onu en etkili bir seviyede kullanılır hale getirmek için hiçbir emek esirgenmez.
Osmanlının göçebe geçmişi ve oradan miras aldığı alışkanlık ve davranışlar, onun Yakın ve Ortadoğu’da Roma imparatorluğunu ihya konusundaki başarısını fazlasıyla açıklamaktadır. Onlar Roma imparatorluğunu, kırsal kesimin eski göçerleri için son derece doğal, ama sosyal ve kültürel karakterini yerleşik köy veya şehir hayatından alan kimselere tuhaf gelebilecek bazı kurumlarla donatarak ihya ettiler. Osmanlının insan “çoban köpekleri,” kamu hizmeti için eğitmek üzere devşirdikleri Hıristiyan teb’anın çocuklarıydı. Eğitim çetin, yoğun, rekabetçi ve seçici; daha ileri sınıflara hak kazanan çocuklar için ise kapsamlı idi. İleri sınıflardaki eğitim, Fars ve Arap edebiyatını da içine alıyordu, diğer yandan Osmanlı tahtının varisi, aldığı tahsilden başka, bir de el sanatı sahibi olmak zorundaydı. Çocuklara Müslüman olmaları için baskı yapılmazdı; zaten buna da lüzum yoktu. Sonunda hepsi de Müslüman oluyordu. Aileleriyle irtibatları kesildikten sonra katıldıkları kamu kurumunun onlar üzerindeki etkisi karşı konulmaz seviyedeydi.
Devşirilen öğrencilerin en az zeki olanları saray bahçıvanı yahut denizci yapılıyor, bunların bir üst zeka seviyesindekiler yeniçeri (üniformalı ve tüfekli, seçkin bir piyade sınıfı), daha yüksek seviyedekiler tımarlı sipahi oluyorlar; en zeki olanlar ise imparatorluğun idari kademelerinde görev almak üzere ayrılıyor ve sonunda vilayetlere vali yahut padişahın divanına üye, ya da divan başkanı, yani sadrazam olabiliyorlardı.
Böylece, devşirmeler, bahçıvanlıktan sadrazamlığa kadar değişen çok farklı mesleklere sahip olabiliyorlardı. Aldıkları ödüllerde, rütbe, güç ve para olarak, buna paralel şekilde birbirinden çok farklıydı. Başarının anahtarı yetenek ve gönüllülüktü; ailelerin sosyal durumu hiçbir anlam ifade etmiyordu. Onlar devşirilirken aileleriyle bütün bağları kesilmiş ve hepsine tek bir hukuki statü verilmişti. Sadrazamdan bahçıvana kadar hepsi Sultanın kuluydu ve tam bir teslimiyetle ona itaat etmeleri bekleniyordu. İhmal, tıpkı bir bahçıvan gibi, sadrazamın da kellesine mal olabilirdi.
Bu görevin bir temel kuralı, ırsi olmamasıydı. Padişahın kullarından biri öldüğünde, malı karısına ve çocuklarına değil efendisi olan padişaha miras kalıyordu. Çocukları ise hür Müslüman kişilerdi; bu sebepten, imparatorluk hizmetine devşirilme ihtimali kendiliğinden ortadan kalkıyordu. Çünkü bu Hıristiyanlara mahsus bir ceza – yahut ayrıcalık – idi. İmparatorlun kullarının oğullarına, çiftçilerden (Avrupa vilayetlerinde çoğunlukla Hıristiyan, Asya’da ise çoğunlukla Müslüman) kira getiren bir tımar verilirdi. Bunun karşılığında da, tımar sahibi, imparatorluğun süvari birliğinde askerlik yapmak zorundaydı. Öldüğünde, onunda tımarı padişaha intikal ediyor, o da ölen adamın oğlunu kendisine halef tayin etmeme konusunda tamamen serbest bulunuyordu. İmparator bürokrasisi, tımar sahibinin, tımara bağlı çiftçilerden, hakkından fazla ücret almamasına dikkat ederdi. Nihayet bu çiftçiler padişahın insan koyunlarıydı; basiretli bir çoban ise koyunlarına kötü muamele edilmesine müsaade etmezdi.
Bu rejimin paradoksu şuydu: yasal olarak Osmanlı imparatorluğunun birinci sınıf vatandaşı olan özgür Sünni Müslümanlar, Hıristiyanlıktan dönmüş ve ömür boyu köle olan idarecilerin emri altına giriyordu. On altıncı yüzyıl sona ermeden, hür Müslümanlar kendileri de kapıkulları arasına girebilmek ve görevlerini oğullarına miras olarak bırakabilmek için padişahı zorlarlar. Bu, Osmanlı imparatorluğunun çöküşünün başlangıcıydı. Yine de, bu çöküş sırasında Osmanlı teb’asının çoğunluğu için hayat, torunlarının Osmanlı’dan sonraki hayatıyla karşılaştırıldığında, çok daha tahammül edilebilir seviyedeydi. Osmanlı halkları arasında, imparatorluğun dağılmasından kuşkusuz kazançlı çıkan yegane halk, Türkler olmuştur.
Bugünkü Türkiye cumhuriyetinin vatandaşları Osmanlı kanının pek azını damarlarında taşımaktadırlar. Bunlar, fiziksel olarak çoğunlukla cilalı taş devrinden bu yana Anadolu’da yaşayan halkların soyunda gelirler. Orijinal Osmanlılar ise küçük bir topluluktu; bunlar yabancıları kitleler halinde ve hızla kendilerine katarak çoğaldılar. Ne var ki, beşeri alışkanlıkları ve zihinlere aktarılır. İlk Osmanlıların bozkırlardan Anadolu’ya ruh da, onlar tarafından, altı asırlık Osmanlı imparatorluğu tarihi boyunca kültürel bakımdan asimile ettikleri farklı halklara aktarıldı. Bu göçebelerin karakteristik değerleri olan tahammül gücü, disiplin ve birlik ruhu, 1919-1922 yıllarında Türk halkının kurtuluşu oldu. Türler, tarihlerinin pek büyük bunalımlarından birinde, yine büyük bir lider buldular ve onun çağrısına koştular.
Osmanlı imparatorluk rejimi artık mazide kaldı. Bunun gelecekle ilgisi olabilir mi? Onun temeli bir eğitim sistemiydi. Bu sistem de, bir zamanlar Ispartalıların uyguladığı ve Eflatun’un öğütlediği bir prensibe dayanıyordu. Prensip şuydu: eğer bir çocuğu tümüyle şartlandırmak niyetindeyseniz, onun ailevi arka palanıyla bütün bağlarını koparın. Isparta ve Osmanlı eğitim sistemi bu sonuca ulaşmakta başarılı oldu; ama Osmanlı imparatorluğunun da, minyatür Isparta imparatorluğunun da düşüş ve çöküşünü önleyemedi. Her iki eğitim sistemi de insanlık dışıydı. Ne yazık ki, bundan, bu eğitim sistemlerinin çağımızla ilgisinin bulunmadığı neticesi çıkmıyor. Modern teknoloji bizi insan tarafından vücuda getirilen insanlık dışı bir çevreye sürülmektedir. İnsanlık dışı bir çevrede ise, varlığımızı sürdürmek, eğer gayri insani bir hayat tarzına razı olmazsak, bizim için imkansız hale gelebilir. İnsan toplulukları anarşiye düştüğünde, pek gaddar bir rejime, çoğu zaman ehven-i şer olarak razı olagelmiştir.
Cevapla


Konu ile Alakalı Benzer Konular
Konular Yazar Yorumlar Okunma Son Yorum
  Osmanlı Tarihinden İlkler... Pessimist 2 565 04-13-2022, Saat: 01:41 PM
Son Yorum: wildfang
  Osmanlı kimdir..? eRCi 1 461 04-13-2022, Saat: 07:08 AM
Son Yorum: wildfang
  osmanlı ordusu eRCi 2 557 04-12-2022, Saat: 08:50 PM
Son Yorum: wildfang
  Osmanlı Padişahları Nasıl Öldüler!! eRCi 2 520 04-12-2022, Saat: 08:46 PM
Son Yorum: wildfang
  1. Dünya Savaşı ve Osmanlı Pessimist 1 1,805 04-12-2022, Saat: 02:32 AM
Son Yorum: wildfang

Hızlı Menü:


Konuyu Okuyanlar: 1 Ziyaretçi
  Tarih: 04-27-2024, 05:05 PM