:: Duygusuz.com - Dostluk ve Arkadaşlık Sitesi
Konuyu Oyla:
  • Derecelendirme: 0/5 - 0 oy
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
EfsaneLer
_AL0n3_
#1
[/url]

CadıLar bayramı

Kelimenin orijinali aslen Katolik Kilisesine dayanmaktadır. “kendini tanrıya adamıs olanların günü” nün biraz değiştirilmiştir biçimden köken alır. 1 kasım yani “tüm azizler” ya da “kendini tanrıya adamış olanlar günü” katoliklerin azizleri hatırlamak ve onurlandırmak adına kutladıkları gündür. Ancak m.ö. 5.yy da Seltik(?) adalarında yaz resmen 31 ekimde sona erdiği için bu gün Samhain (sow-en) yani Seltik yeni yılı olarak kutlanmıştır.

Bu günle ilgili efsanelerden biri der ki; tam olarak bu gün, bir yıl once ölmüş olan tüm insanların ruhları bir sonraki yıl için canlı vücutlar ele geçirmek üzere dünyaya geleceklerdir. Bu onların ebedi yaşama kavuşmalaraı için tek şanslarıdır. Seltik halkı ayrıca bu zamanda tüm uzay ve zaman kavramlarının durduğuna böylece ruhların dünyaya rahatça girebildiklerine inanırlardı.

Doğal olarak dünyada yaşamını sürdürenler ruhlarının ele geçirilmesini istememektedir. Bu yüzden 31 ekim gecesi herkes evlerini soğuk ve ruhlar için tamamen itici kılmak adına evlerindeki ateşi söndürür. Daha sonra tüm kasaba halkı hayalet vb. kostümler giyerek en vahşi hallerini takınır ve mahallede gürültülü geçit törenlerine katılırarak; ele geçirecek vücutlar arayan ruhları korkutup kasabadan uzaklaştırırlar.

Ancak tüm Seltik halkının evlerindeki ateşleri söndürmelerinin, ruhları kovmak dışında daha olası bir açıklaması daha vardır. Tüm ateşlerin sönmesiyle tüm Seltik kabileleri ateşlerini ortak bir kaynaktan temin edebileceklerdir; Orta İrlanda Usinach’ta yanan Druidik Ateşi’nden…

Bazıları Seltik halkının ruhlara derslerini vermek amacıyla,; ele geçirdiklerini düşündükleri insanları kazığa bağlayıp yaktıkları hikayesini anlatırken, diğerleri bunun yalnızca bir efsaneden ibaret olduğunu savunur.

Romalılar ise Seltiklerin bu davranışlarını taklit ederek , onların kendilerine ait olduğunu iddia etmişlerdir. Ancak m.s. 1yy’da Romalılar Samhain’i aynı zamana denk gelen Romalı meyve ve ağaçların tanrıçası Ponoma’nn kutlamalrı gibi bazı kendi kutlamalarıyla harmanlamışlardır. Ponoma’nın sembolü elmadır; ki bu da cadılar bayramında elma için aniden ortaya çıkma geleneğimizin kökeni olarak kabul edilebilir.

Bu gelenekler ve davranış şeklilleri de zamanla bazı değişimler geçirmiş ve daha ayinsel bir tarza sahip olmuşlardır. Canlı vücutları esir alan ruh inancı giderek azaldıkça; hobgoblin,hayalet ve cadı kostümlerine bürünüp kutlamalara katılmak birer gelenek haline gelmiştir.

Cadılar bayramı geleneği ise Amerika’ya 1840’larda patates kıtlığından kaçan göçmen İrlandalılar tarafından getirilmiştir. Bu sıralarda Yeni İngiltere’de son moda bahçedeki çitleri yerlerinden sökmek ve kulübeleri ters çevirmek gibi bazı eşek şakalarıdır.

“Kandır ve al” geleneğinin ise İrlandalı Seltiklere değil 9.yyda Avrupa’da yaygınlaşmış “ruhçuluk” adında bir gelenekten köken aldığına inanılır. 2 kasım “tüm ölü ruhlar” gününde yeni Hristiyanlar kasaba kasaba dolaşarak çaldıkları kapılardan ekmekten yapılmış “ruh kekleri” dilenirler. Ne kadar çok toplayabilirlerse ölü ruhlar için ettikleri o kadar çok dua kabul olacaktır. Yine bu zamanlarda ölen kişilerin ruhlarının bir sure daha dünyada dolaştığına inanılırdı. Toplanan keklerle kabul olan bu dualar da dünyada dolaşan ruhların cennete geçişini garantileyecekti..

“Jacko feneri” geleneği de büyük ihtimalle İrlanda halk masallarına dayanır. Masal adından da anlaşılacağı gibi Jack adında içkisi ve kurnazcılığıyla ün yapmış hatta şeytanı bir ağaca tırmanmaya zorladığına inanılan bu adamdan bahsetmektedir. Jack daha sonra şeytanın tırmandığı agaca bir hac işareti kazımış ve şeytanı ağaca hapsetmiştir. Şeytanla yaptığı anlaşmaya göre de şeytanı ancak bir koşulda serbest bırakacaktır; bundan sonra jack’i herhangi bir şey yapmaya dürtmeyecektir!!!

Bu halk masalına göre jack öldükten sonra şeytani davranışları yüzünden kendisine cennetin kapıları kapatılmıştır ancak şeytanı tuzağa düşürdüğü için cehenneme de alınmamıştır. Bu duruma karşılık öbür dünyanın zifiri karanlığında yolunu bulabilmesi için şeytan Jack’e şeffaf bir camekana kapatılmış bir alev verir.

Irlandalılar da aslında bu değişik biçimli camekanları “jack fenerleri” olarak kullanmaktadırlar. Ancak irlanda göçmenleri Amerikaya ulaştıkları zaman balkabaklarından daha güzel fenerler yapılabildiğini fark etmişler ve bunlara “jack fenerleri” adını vermişlerdir.

Sonuç olarak bazı örgütler cadılar bayramını favori “tatilleri” seçmiş olmalarına rağmen bu gün şeytani öğretilerden doğmamıştır. Seltiklerin yeniyıl ayinlerinden ve ortaçağlı avrupalıların dua seremonilerinden doğmuştur. Günümüzde ise halen pek çok kilise çocuklar için cadılar bayramı kutlamaları düzenler ve her yıl balkabakları oyulup içlerine ışık kaynakları yerleştirilir.


[url=http://www.duygusuz.com/cikis.php?url=http://www.duygusuz.com/cikis.php?url=http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/a/a2/Jack-o'-Lantern_2003-10-31.jpg/180px-Jack-o'-Lantern_2003-10-31.jpg][url="http://www.duygusuz.com/cikis.php?url=http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/a/a2/Jack-o'-Lantern_2003-10-31.jpg/180px-Jack-o'-Lantern_2003-10-31.jpg"][img]http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/a/a2/Jack-o'-Lantern_2003-10-31.jpg/180px-Jack-o'-Lantern_2003-10-31.jpg[/img][/url]
Ara
Cevapla
_AL0n3_
#2
Tutankhamon'un Gizemi Ve Laneti

Tutankhamon

Mezarındaki inanılmaz zenginlik bulundğu halde Tutankhamon (MÖ: 1361-1352) hala hakkında en az bilgi bulunan firavundur.Tahta çıkma hakkını,ünlü kral Akhenaton (MÖ.1379-1362) ile kraliçe Nefertiti’nin kızı Prenses Ankhesenpaaten’le evlenerek elde etmişti. Tutankhamon’un ebeveyninin kimler olduğu konusunda ,bazı uzmanlar bu firavunun ,”Akhennaton’un Nefertiti dışında bir kadından olan oğlu” tezini ileri sürüyorlar.Bazı uzmanlara göre de Tutankhamon,Akhenaton’un babası III: Amenofis’in (MÖ.1417-1379) birinci karısı Tiy’den doğmuşut.Kesin olan ,Tutankhamon’un III.Amenofis ve Akhenaton’şa akraba ve soylu olduğudur.Dokuz yaşında tahta çıkan ve adı 12 yaşına kadar “tutankhaten” olan Tutankhamon(Güneş tanrısı Amon’un yaşayan temsilcisi) krallar arası savaşlarını en yoğun olduğu dönemde doğmuştu.Kralların fethettikleri toprakların genişlediği ve komşu ülkelerden de altının ülkeye aktığı bu dönemde Mısır,dünyanın en zengin ülkesiydi Firavun vaktini,daha çok yönetimin bulunduğu Memphis’le geçiriyordu ama Mısır’ın başkenti Teb şehriydi.tutankhamon’un tahta çıktığı sırada Mısır’ın bütün tapınakları bakımsızlıktan kırılıyordu.


Yönetimdeki karışıkların önü alınamıyor,Suriye’ye düşmanla çarpışmaya giden ordu sürekli yeniliyordu.Tutankhamon “babası” Amon’un Ptah’ın ve diğer tanrıların altın heykellerini yaptırdı,çözülmüş olan rahiplik kurumlarını düzenledi, tapınakların hazinelerine büyük bağışlar yaptı.
Akhenaton Güneş tanrısı Aton’a bağlı tek tanrılı bir düzen kurdu ve Mısır’lıları diğer tanrıları bırakmaları için zorladı.Başkenti Teb’den,Akhetaton(şimdiki sl-Amarna) ya taşıdı.Firavun Akhenaton’un tersine “Eski Rejim” I canlandırdı ve III: Amenofis zamanında bitirilmemiş olan anıtların tamamlanması işine girişti.Bu işlerin arasında Luxor tapınağı da vardır.Bugün, Tutankhamon’un tahtta kaldığı dokuz yıl boyunca askeri bir harekata katılmadığı düşünülüyor.Sadece keşif için general Horemhem komutasında Filistin’e ve Lübnan’a asker gönderdiği sanılıyor.


Tutankhamon 19 yaşındayken aniden öldüğü için geride vasiyet bırakmamıştır.Kafatasında sol kulağın arkasında tahribat bulunduğu için,ölümünün bir kaza sonrasında olduğu sanılıyor. Ancak, şu anki mısır bilimcilerin ürettiği senaryolara göre Tutankhamon’un generali Horemheb, iktidarı elegeçirmek için Tutankhamon’un kafasının arkasına sert bir cisim ile vurmuş ve ölümüne neden olmuştu.




Mezarının yanında bulunan iki küçük tabuttaki ölü doğmuş bebeklerin , Tutankhamon’la çok sevdiği eşi Ankesenamun’un çocukları olduğu sanılıyor.. Bunun yanısıra hayvan mumyaları da bulunmuştur. Tutankhamon’un mezarında bulunan lambada ise gün ışığı ile birşey görülmeyen,ancak zifiri karanlıkta ikisinin burunburuna figürleri bulunmaktadır. Tutankhamon’un ölümünden sonra ,tahta çıkan General Horemheb,Tutankhamon’un tapınaklarını kendisine aldığı gibi ,onun aldığı gibi,onun adını da unutturmak istemiş,ama ,bilinmeyen bir nedenle Tutankhamon’un lahdine dokunmamıştı.
Kanaatimce ,kendisinin işlediği cinayeti dikkat çekmemek üzere örtbas yöntemlerinden biriydi.İşte bu lahit,1922 yılında Lord Carnarvaon ve Howard Carter adlı iki İngiliz ejiptolog tarafından bulundu.Tam 3000 yıl sonra Horemheb’e ilginç bir oyun oynamış,sonunda yine Tutankhamon üne kavuşmuştu


tutankhamon.jpg
Ara
Cevapla
_AL0n3_
#3
Tutankhamon'un laneti

Eski Mısır Uygarlığı büyük ilgi çeken gizemini sürdürüyor.Kazılar ,arkeoloji araştırmaları sürdükçe ortaya yeni bilgiler çıkıyor.Bulunan her yeni kalıntı, bilinenleri değil, bilinmeyenleri çoğaltıyor sanki. Mısır’a yaşayan en ilginç olaylardan biri de Firavun Tutankhamon’un mezarının açılmasıyla ilgiliydi.Her şey Carnavon Lordu’nun ölümüyle başladı.


İNGİLTERE ‘DE BİR CENAZE TÖRENİ
1923 yılının 30 Nisan günü İngiltere’de Hampshire bölgesinde Beacon Tepesi’nde sade bir cenaze töreni düzenlendi.Törene katılanlar heyecanlıydılar.Çünkü toprağa vermek üzere oldukları Carnarvon Lordu George Edward Stanhope gizemli bir biçimde öldürülmüştü 3000 yıllık lanet… Herkes ,Lord’un Eski Mısır’ın 18. Sülale firavunlarından Tutankhamon’un lanetine uğradığına inanıyordu.Lord,bu firavunun mezarının açılması için para harcamış ve bizzat kazılar katılmıştı.

Carnavon Lordu’nun ölümünü başka ölümler izledi.Tutankhamon’un mezarına girip çıkan ya da bu işe karışan birçok insan anlaşılmaz bir biçimde yaşamını yitiriyordu. Firavun Tutankhamon öleli 3000 yıldan uzun süre geçmişti.Yani 3000 yıl sonrasına uzanan bir lanetten söz ediliyordu


LORD MISIR’A GİDİYOR

Bu esrarengiz “mezar açma” olayını aydınlatabilmek için ,işe Carnarvon Lordu’nun Mısır’a gidişinden başlamak gerekiyor. Parası bol,yapacak işi pek olmayan İngiliz soylusu Carnarvon Lordu dünyayı dolaşıyor,keyfine göre yaşıyorken,1901 yılında Almanya’da Bad Schwalbach kaplıcalarında bulunduğu sırada bir araba kazası geçirdi.Göğsü çok kötü zedelendi.İngiltere’ye döndü.

Soluk almakta güçlük çekiyordu.Bir süre tedavi gördükten sonra iyileşti.Ama özel doktoru ona tedbirli davranmasını tavsiye etti.Özellikle kış mevsimlerini soğuk İngiltere yerine,ılıman ve kuru bir iklimin egemen olduğu ülkelerde geçirmeliydi. O günlerde Mısır,Avrupalılar için çok gözde bir ziyaret yeriydi.Lüks oteller ve tarihsel kalıntılar çok sayıda turisti buraya çekiyordu. Özellikle Krallar Vadisi denilen yerde yapılan kazılara Lord büyük ilgi duydu.

ARKEOLOG CARTER
Carnarvon Lordu Mısır’da kısa sürede eski sağlığına kavuştu.Ama Mısır’dan bir türlü kopamadı.Sanki bir şey onu dürtüyordu.

Eski Mısır uygarlığını incelemeye başladı.Yapılan kazıları izlemeye koyuldu ve bir gün bizzat kendisi bu kazıla katıldı. 1907 yılında yine Mısır’dayekn yurttaşlarından arkeolog Harold Carter’la tanıştı ve onu kendisine danışman yaptı. Carter 33 yaşındaydı ve 17 yaşından beri Mısır’daydı.Birçok kazıda bulunmuş,ünlü akeologlara yardımcılık yapmıştı.Tarihi Kalıntılar arkeologlara yardımcılık yapmıştı.Tarihi Kalıntılar Servisi’nde çalışmış ve Krallar Vadisi’ndeki kazıları denetlemişti;ama Mısır yetkilileriyle arasında anlaşmazlık çıkınca görevinden istifa etmişti.

Carnarvon Lordu kendisine rastladığı sırada,manzara ressamlığı yaparak hayatını kazanmaktaydı.O da,nedense bir türlü Mısır’dan ayrılamıyordu. Carnarvon Lordu,’a yılda 400 İngiliz Sterlini ücret ödemeye başladı. Mısır’da mezar demek,hazine demekti.Çünkü eski Mısırlılar ölülerini,öbür dünyaya en değerli hazineleriyle birlikte gömerek uğurlardı.Lord,bulunacak bir hazine ile Carter’İn ödediği parayı kat kar çıkaracağını inanıyordu.

Arkeolog Carter, Carnarvon Lordu’nun parasıyla 15 yıl boyunca kazılar yaptı.Birinci Dünya Savaşı sırasında bile araştırmalarını sürdürdü. Bazen çok ilgi,çekici bir mezar bulduğu oluyordu ama,yapılan masrafı karşılayacak bir tarihsel yapıt ya da hazine ortaya çıkmıyordu. 1922’de Lord İngiltere’deyken ,Carter’a bir mektup yazarak,aralarında anlaşmayı iptal etmek istediğini bildirdi. Oysa Carter o sıralarda önemli bir mezarın izi üstündeydi.İngiltere’ye gidip Lord’u kazılarına sürdürülmesine ikna etmeyi başardı. Ekim ayında Mısır’a döndü.Kazıların yapıldığı Luksor bölgesine yerleşti.Kendisine şans getirmesi için bir kanarya satın aldı


[b]CARTER MEZARIN İZİNDE

1 Kasım 1922’de o güne kadar hiç kazılmamış bir hektarlık bir üçgende çalışmalara başlayan Carter,4 Kasım’da çökmüş bir merdiven girişi buldu.Bir gün sonra ise,bu girişin olduğunu kesin biçimde anlamıştı. İngiltere’ye telgraf çekmesi üstüne,Lord,kızı Lady Evelyn ile birlikte Mısır’a gelerek bizzat kazılara katılmaya başladı. 26 Kasım’da,yaptıkları kazının bütün molozlarını temizlemişlerdi.Ardından sanki içeriden kilitlenmişçesine kapalı duran bir kapıyı açmayı başardılar.

İçeri ilk giren Carter oldu.Gördükleri karşısında adeta dili tutuldu.Bu çok odalı mezarın giriş odası bile hazinelerle doluydu



LORD OLAYI THE TİMES’A SATIYOR
Lord ,o sana kadar harcamış olduğu paraları çıkarmak istiyordu.Mezardan ne kadar değerli şeyler çıkarsa çıksın,onlara sahip olması olanaksızdı.Çünkü Mısır hükümeti kazıyı denetliyordu. Lord ,mezarla ilgili bilgileri The Times gazetesine para karşılığı sattı.Böylece İngiliz okurlar,kazı sırasında olan biten herşeyi günü gününe izlemeye başladılar.


TUTANKHAMON’LA BULUŞMA

Lord, Carter,Lord’un kızı Lady Evelyn ve Carter’ın yardımcısı,Arthur Callender ile birlikte bir gece,mezarın ana bölümüne girmeyi başardılar. Tümü gördüklerinin gerçek olup olmadığından kuşkuya düştüler.Her şey altındandı.Firavun’un mumyasının koskocaman bir altın sandukanın içinde olduğu anlaşılıyordu. Duvarlarda altın çerçeveli resimler vardı.Bunlar da firavunun ailesine aitti.Tanrı Osiris’İ sembolize eden parlak cilalı altın bir mask da duvarda asılıydı. Carter ve Lord ne bulduklarını biliyordu.Bu mezar 18. Sülale krallarından Tutankhamon’undu.Tutankhamon M:Ö 1346-1339 arasında bir tarihte ölmüş,o tarihten bu yana mezar hiç açılmamıştı.Varlığı bile bilinmiyodu.. Carnarvon Lordu bulduklarını bütün dünyaya ilan etti.Kazı sırasında çıkan bütün molozlar temizledikten sonra resmi açılış yapıldı.Gazateciler fotoğraflar çektiler.Olay bütün dünyaya duyuldu.


ÖLÜM GELECEK…”
Kazılar devam ederken ilgi çekici bir şey olmuştu.Bütün vaktini kazı terinde geçiren Carter,kaldığı eve pek uğramıyordu.Oraya nasıl geldiği bilinmeyen bir kobra yılanı evine girmiş ve Carter’ın kafeste yaşayan uğurlu kanaryasını yiyivermişti.Kazılarda çalışan Mısır’lı işçiler inançlı kişilerdi.Bu olayı duyunca çok heyecanlandılar.Bunu bir uğursuzluk belirtisi olarak kabul ettiler.Çünkü kobra yılanı Mısır hükümdarlığının simgesiydi ve Tanrıça Vadeet tarafından korunduğuna inanılan bir hayvandı. İşçiler aralarında olayı şöyle yorumladılar:”Yakında ölüm gelecek…”


TURİSTLER MISIR’A AKIN EDİYOR


Tutankhamon’un mezarı dünyada büyük ilgi gördü.Mısır’daki meraklılar yetmiyormuş gibi,binlerce Avrupalı turist Mısır’a akın etmeye başladı. Mezarın girişine her gün binlerce insan geliyordu.Arkeologlar,bilim adamaları,kaşifler,mezarı ve hazineleri görmek için birbirlerini eziyordu.Bazı serserilerin olay çıkardığı da oluyordu… Firavun Tutankhamon’un 3000 yılında aşkın bir zamandan beri süren “ebedi istirahati” ne son verilmişi.



LORD İLE CARTER’IN ARASI AÇILIYOR


Carnarvon Lordu’u VE Carter’ın mezarı buldukları anda duydukları anda duydukları sevinç bütünüyle yok olmuştı.İkisi de çok sinirliydiler.Mısır hükümeti olan ilişkileri bozulmuştu.Carter mezarda buluna eşyaları kaydetmek için günlerce çok kötü koşullar altında çalıştı.Bir akşam Carnarvon Lordu ile bir araya geldi ve aralarında çok şiddetli bir kavga çıktı.Lord İngiltere’ye gitti.

1923 Şubat’ında Lord’un sağlık durumu bozuldu.Anlaşılmaz bir biçimde dişleri döküldü.Ateşi bir yükseliyor bir düşüyordu.Mart ayı başında Mısır’a döndü ve bir süre için durumu düzeldi. Ama daha sonra yeniden kötüleşmeye başladı.Ailesi Mısır’a geldi hemen. 26 Mart günü Carnarvon Lordu’nda kan zehirlenmesi olduğu resmen açıklandı.4 Nisan günü Kahire’de Continental Svoy Oteli’de komadaydı.Ertesi sabah saat 2’de tüm hastalığı boyunca yanından ayrılmayan İngiliz hasta bakıcı , Carnarvon Lordu’nun öldüğünü bildirdi.

Tam o anda oteldeki ışıklar titredi ve söndü.Otelin penceresinden dışarı bakanlar bütün Kahire’de elektrikler kesildiğini gördüler.Kentte elektrik kesintileri çok sık olmakla birlikte Lord’un öldüğü andaki arıza için hiçbir açıklamada bulunulmadı.Aynı saatlerde Lord’un İngiltere’deki şatosunda bulunan İskoçyalı kahya da dehşet içinde irkildi.Lord’un köpeğine titriyor ve uluyordu:biraz sonra da öldü


MEZARA DOKUNANA ÖLÜM…”

Lord’un ölümü bütün dünyada şok etkisi uyandırdı.Gazeteler Firavun Tutankhamon’un mezarında bulunmuş yazılardan söz ediliyorlardı.Eski Mısır yazısıyla yazılmış olan bu yazılardan bir şöyle diyordu:
“Mezara dokunanlara ölüm gelecektir”
Bazıları da mezarda başka uyarıların bulunduğunu ileri sürdüler.Bunlardan biri şöyle idi:
“Ölüm,firavunların huzurunu bozanı kanatlarıyla katledecektir” Arkeolog Carter ise Tutankhamon’un mezarında bu türden bir lanetin bulunmadığını söyledi.Onu rahatsız eden bir tek şey vardı.Mezarın altın sandukasının önünde bir lamba bulmuştu.Bu lambanın üstünde şöyle yazıyordu:
“Gizli odaya girilmesini önleyeceğim.Benim görevim ölüyü korumak.”


GİZEMLİ ÖLÜMLER:

Firavun Tutankhamon’un mezarını ziyaret eden arkeolog ve turistlerden bazıları da kısa bir süre sonra hastalanarak öldüler. Mezarın iç odalarından birinin açılışında bulunan kişilerden biri olan James Henry Breasted,ateşli bir hastalığa yakalandıysa da mezarda çalışmayı sürdürdü.70 yaşında kadar ,yani 12 yıl yaşadı. Amerikalı Milyarder George Jay-Gould,mezarı ziyaret ettiği gün ateşlenerek aniden öldü. Arkeolog Carter’ın yardımcılarından biri olan A.C.Mace,ateş nöbetlerine tutulunca işi bıraktı ve 1928’de öldü.Bir başka yardımcısı Richard Bethell,45 yaşında kan dolaşım yetersizliğinden( !) öldü.
Bütün bu ölümler makul ve doğal nedenlerle açıklanır mı ?Havalanan tozda bakteriler olduğu ileri sürüldüyse de bilim adamı Alfred Lucas,bazı bakteri örneklerini inceledi.Bunlardan bir tanesi dışında,aşağı yukarı tümünün zararsız olduğunu açıkladı. Bir süre ,mezar duvarlarını kaplayan mantarın bir alerjiye neden olduğu sanıldı.Ama bu konuda da bir kanıt getirilemedi.Eski Mısır’lıların çok etkili zehirler ürettikleri biliniyordu.Açılan tüm mezarlarda böyle zehirler arandı.Ama bulunmadı…



ÖLÜMLERİN ARKASI KESİLMİYOR
Firavun Tutankhamon’un mezarına ilgi gösterildikçe ölümler de sürüp gidiyordu.Kahire’de Carnarvon Lordu’na bakan İngiliz hemşire 1926 yılında 28 yaşında doğum yaparken öldü. New York’taki Metropolitan Sanat Müzesi’nin temsilcisi Herbert Winlock Mısır’a geldi.Firavun Tutankhamon’un mezarı yüzünden öldüğü sanılan insanların bir listesini yaptı. Kahire Üniversitesi’nden Dr.İzzettin Taha,yıllar sonra konuyla bilimsel olarak ilgilendi.
Arkeologların ve müzelerde çalışanların ciğerlerinde mantar hastalıkları olduğunu buldu.Eski mezarlara girmiş olanların da bu hastalıktan ölmüş olabileceğini ileri sürdü.Kısa bir süre sonra Kahire ‘den Süveyş’e giderken,düz yolda kullandığı araba karşı yönden gelen bir arabayla çarpıştı. Yapılan otopside Dr.Taha’nın çarpışmadan saniyeler önce solunum yetersizliğinden öldüğü ortaya çıktı… Tutankhamon’un mezarının kalıntılarını 1972’de Londra’da ve daha sonra da Amerika’da sergilenmesinde de gizemli ölümler meydana geldi.Bunlardan en üzücü olanı,Mısır Eski eserler Bölümü Müdürü Dr.Gamaleddin Mehrez’in ölümü idi.Mehrez,bütün bu gizemli ölümlerin,kuşkusuz kişiyi tedirgin edebileceğini,ama lanete kesinlikle inanılmaması gerektiğini söylemişti
Bakın bana” demişti,”Bütün yaşamım boyunca mezarlar ve mumyalarla uğraştım.Bütün bunların bir rastlantı olduğunun en büyük kanıtıyım” Bu sözlerin üzerinden dört hafta sonra, sergilenecek.eserler Londra yolundayken,52 ,yaşında öldü.

[b]LANET DEVAM EDİYOR:


Sergilenecek eserleri Londra’da götüren RAF uçağının başteknisyteni Ian Lansdown,bilinmeyen bir nedenle,Tutankhamon’un ölüm maskesinin bulunduğu kutuyu tekmelemişti.İki yıl sonra aynı bacağı garip bir kazada kırıldı.Mürettabattan başka kişiler de beklenmedik şekilde öldüler. Başka bir olay da ,1980’de "Kral Tutankhamon’un laneti “ adlı tv filminin çekimi sırasında ortaya çıktı.

Mısır’da çekimin birinci günü tahıl yüklü bir araba bilinmedik bir nedenle devrildi ve filmin yıldızı Ian McShane’in bacağının 10 yerden kırılmasına neden oldu.Ian McShane’nin yerini Robin Ellis aldı,ancak başka yıldızlar yapıma katılma teklifini reddettiler. Belki de Tutankhamon’un laneti,bir hileden ibaretti.Belki de halkın inançları böyle bir olayı yaratmıştı.Ya da ,Tutankhamon ,mezarında rahatsız edilmeden bırakılmalıydı


[/b]


[/b]
Ara
Cevapla
_AL0n3_
#4
YAŞLI KIZILDERİLİ REİSİ


Yaşlı adam kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki köpeği izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve oniki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı.
Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri köpekti bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için biri yeterli gözükürken niye ötekinin de olduğunu, hem niye renklerinin illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla sordu dedesine.
Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı. "Onlar" dedi, "benim için iki simgedir evlat."
"Neyin simgesi" diye sordu çocuk.
"İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları."
Çocuk, sözün burasında, mücadele varsa, kazananı da olmalı diye düşündü ve her çocuğa has bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:
"Peki, sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?"
Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa:
[SIZE=2]"Hangisi mi evlat? Ben hangisini daha iyi beslersem o!" [/SIZE]
Ara
Cevapla
_AL0n3_
#5
Lilith Efsanesi

LİLİTH


İnsanlığın öyküsü Adem ve Havva ile başlıyor, öyle mi? Eski bir yahudi efsanesine göre, bu öykü Adem'le Havaa'dan öncesine uzanıyor. Yani Adem'in ilk eşi Havva değil, Lilith adında bir kadındır. Ama, tarih boyuncagizlice aramızda dolaşıp, her kadın-erkek tartışmasında kendini gösterse de onu çok az tanıyoruz.
Sözü edilen efsane şöyle başlıyor: Tanrı topraktan Adem ile Lilith'i yaratır. Mutlu mutlu yaşasınlar diye onları cennete yerleştirir. Ama bu iki insan çifti bir türlü huzur bulamaz. Sorunları mı? Günümüz çiftlerinin sorunlarından farklı değildir. Adem ilişkide her alanda söz sahibi olmak ister. Ancak Lilith buna karşı çıkar. Özellikle cinsel ilişki sırasında Adem'in hep üstte yer almasını aşağılayıcı bularak itiraz eder. Kendisinin de Adem gibi topraktan yaratıldığını, yani eşit olduklarını savunur. Adem ise kendini, bağışlayan, bereketli gökyüzü; Lilith'i de ürün veren toprağa benzeterek bu şekilde birleşmek konusunda diretir. Adem tavırlarında ısrar edince, Lilith, birlikte yaşamalrının zor olacağına karar verip Tanrı'nın söylenmemesi gereken adını anarak göğe doğru yükselir. Sahip olduğu olanakları terk eden Lilith'in yeri artık dışlanmışların arasındadır. Çevresindeki cinlerle ve cinlerin kralı Şamael (Şeytan) ile ilişkiye girer ve onlardan çocuklar doğurur.
Bu arada cennette yalnız kalan Adem, Tanrı'ya dua ederek Lilith'i geri ister. Tanrı, Sanvai, Sansanvai ve Semangelof isimli üç meleği geri çağırmak üzere Lilith'e gönderir. Meleklere, dönmediği takdirde her gün yüz çocuğunun öldürüleceğini emreder. Ama, o kesinlikle dönmeyeceğini bildirir. Ve tehdit yerine getirilir...
Lilith, duyduğu acıylabundan sonra, bütün hamile ve doğum yapmış kadınların, bebeklerin başdüşmanı olmaya yemin eder. Erkek çocukların doğduktan sonra ilk sekiz gün, kız çocukların ise ilk yirmi gün içinde canını alacaktır. Sadece yakınlarında bu üç meleğin ismi ya da şekli bulunanlara dokunulmayacaktır. Lilith artık kötüler tarafına geçmiştir.
Bunun üzerine Tanrı Adem'in kaburga kemiğinden Havva'yı yaratır. Bu yeni kadın, Adem'den bir parça olduğu için, ona karşı çıkmayacaktır.





Aslında Lilith hakkında pek çok efsane ve öykü var. Örneğin Talmud'da (Tevrat'ın başta yazılı olmayıp, sonradan yazılı hale getirilen ikinci bölümü) ondan dişi bir şeytan olarak söz edilir. Bu rolüyle bir hayalet gibi yüzyıllarca tarih sayfalarında dolaşır. Kadın ve çocukları hedef alır, erkekleri baştan çıkararak onlara zarar verir. Yaptıkları bunlarla sınırlı değildir. Bir hayalet gibi kadınların beynine girip, erkeklerle eşit haklara sahip olma savaşını günümüze kadar sürdürür. Bazı efsanelerde de cadı suretinde çıkar karşımıza. Lilith'e hepsi birbirinden farklı, ancak hepsi de kötü yakıştırmalarınniye yapıldığını anlayabilmek için geriye dönüp, dinler tarihine ve efsanelere bir göz atmak gerekiyor.
Lilith'in geçmişi tektanrılı dinlerden çok daha önceye, eski Mezopotamya uygarlıklarına kadar uzanıyor. Genellikle Sümer ve Bebil mitolojisindeki rüzgar tanrıçası Lilitu ile ilişkilendiriliyor. Lil, fırtına ya da rüzgar anlamına geliyor.
Bir babil metninde ise, büyük tanrıça İştar'ın tapınak ******sidir. İştar, eski doğu dinlerinde şevhetli aşkın, tutkunun ve baştan çıkarıcılığın tanrıçası kabul ediliyordu. Bu özellikleri nedeniyle, ******lerin, özellikle de kült olan tağınak ******lerinin koruyucu tanrıçasıydı.
Tapınak ******liği meşru bir işti. Herodot'un bize ulaşan yazılarında, Babil'de her genç kızın bir kez yabancı bir erkekle cinsel ilişkiye girmek zorunda olduğu biliniyor. Ancak, bu tapınak ******liği kesinlikle küçük düşürücü bir iş değildi. Babillilerin yabancı erkekleri tanrı olarak gördüğü sanılıyor. Kendilerini onlara teslim eden genç kızlar, simgesel olarak tanrılarıneşi haline geliyor ve kutsallaşıyorlardı.
Lilith'e bazı özellikler Babil'in kötü tanrıçası (belki de dişi şeytanı demek gerek) Lamatsu'da da görülüyor. Lamatsu halk arasında albastı ya da lağusa hastalığı olarak bilinen rahatsızlığın ortaya çıkmasını sağlıyor, hamilelere zarar verip yeni doğan bebekleri öldürmeye çalışıyordu. Lilith'in özellikleri Lamatsu'ya aktarılmış olabilir miydi? Yoksa tersi mi yapılmıştı?
Lilith'in Yahudi efsanelerinde ne zaman boy gösterdiği bilinmiyor. Çünkü tanrılar ve efsaneler, doğu kültürlerinin birçoğunda ortaktı ya da büyük benzerlikler taşıyordu. Yine de her koşulda, Yahudilerin şeytanla ilgili inanışlarında önemli bir yere sahipti. Erkeklerin aklını başından alan bir şeytan olarak görülüyor ve ondan çok korkuluyordu.
Bu konuda en eski kaynak olan Tevrat'a bir göz atıyoruz. Ancak Tevrat'ta bir tutarsızlık göze çarpıyor. Kutsal kitabın bir yerinde "Ve Allah insanı kendi suretiyle yarattı ve onları erkek ve dişi olarak yarattı." deniliyor. Ancak ilerleyen baplarda daha farklı anlatılıyor: Tanrı doğuda Aden'de bir bahçe yapıyor. Adem'i oraya koyuyorve yalnız kalmasın diye kaburgasından kadını yaratıyor. Talmud'a göre Adem'le aynı anda yaratılan kadının adı Lilith'tir. Çünkü başka türlükutsal kitaptaki bu tutarsızlığı açıklamak mümkün değildir.
Adem'il ilk eşi Lilith'e daha sonra 9. ya da 10. yüzyıllara ait "Ben Sira Alfabesi"nde rastlıyoruz. Metnin ana kahramanı, M.Ö. 600'lü yıllarda yaşadığı sanılan Ben Sira. Yazarın kim olduğu bilinmiyor. Bu el yazmasına göre Tantı topraktan Adem ve Lilith'i yaratmıştı. İlgili bölüm şöyle devam ediyor: "Kısa bir süre sonra birbiriyle kavga etmeye başlarlar. Adem'e şöyle der: Ben altta yatmak istemiyorum. Ama Adem: Ben altta değil, üstte yatmak istiyorum, çünkü sen altta yatacak kişi olarakbelirlendin. Lilith ona: İkimiz de aynı haklara sahibiz, çünkü ikimiz de topraktan yaratıldık. Ama ikisi de birbirini dinlemez." Bunun üzerine Lilith gökyüzüne yükselerek kaybolur. Üç meleğin Lilith'i geriye dönmeye ikna çabaları işe yaramayınca, Tanrı, Adem için bu kez Havva'yı yaratır.
Bir başka bölümde de Lilith üç meleğe şöyle der: "Ben çocuklara zarar vermek üzere yaratıldım, doğumdan sonraki ilk sekiz gün içinde erkek çocuklarına, yirmi gün içinde de kız çocuklarına. (Ama) Yemin ederim: Sizi ya da görüntünüzü bir muska ya da tılsım üstünde görürüsem, o çocuğa hiçbir zarar vermeyeceğim." O günden bu yana çeşitli kültürlerde, yeni doğan çocukların kötü kalpli Lilith'e karşı korunması için özel tılsımlar kullanılmaya başladı. Lilith'in halk inanışlarında varlığınu yıllarca korumasının ve bir gün gelip de bir şekilde cadılarla ilişkilendirilmesinin nedeni de budur.
Lilith efsanesi Ortaçağ'ın başlangıcında, Yahudilerin ezoterik yazması Kabala'da da (Yahudi ruhbanlarının, asırlardır birbirlerine aktardıkları ve Kutsal Kitap'ın "gizli anlamları" ile ilgilenen bir tür okültizm -gizlicilik- ve mistisizm) yer almaş. Burada erkekleri baştan çıkaran ve uğursuzluk getiren dişi şeytan olarak tarif ediliyor: "Her türlü süs malzemesiyle süslenip cilveli bir kadına dönüşüyor. Onun süsü, gül gibi kırmızı saçları. Sözleri yağ gibi yumuşak, dudakları dünyadaki her şeyden daha tatlı. Ona yönelen ve (afrodizyak olarak yılan zehriyle karıştırılmış) şaraptan içen aptallar onunla zina yaparlar." Ama sonra uyandıklarında onları öldürürü ve cehennemin tam ortasına atar. Aslında onun niyeti sadece erkekleri baştan çıkarıp çok sayıda çocuk doğurmaktır.
Kabalacılar için Lilith temiz olmayan, ****** bi kadını simgeliyor. Kabala'daki bir paragrafta, ayrıldıktan sonra Adem'i yeniden baştan çıkardığı yazıyor. İşlediği bu günahtan sonra Adem, 130 yıl cinsel pehrizli yaşar. Adem, böyle bir şeyin tekrar başına gelmemesi için, kendini dikenlerle korumaya çalışır. Ancak uyurken Lilith Adem'in üstüne çıkar ve onu uyararak boşalmasını sağlar. Lilith, bunun ardından "insanlığa ceza" olarak adlandırılan yaratıkları dünyaya getirir. Kabala'nın bir başka yerinde de şöyle yazıyor: "Lilith en sonunda oarda burada dolaşarak insanoğullarına sarkıntılık eder ve kendi kendilerini kirletmelerini sağlar." Bunun ardından adı "tohum hırsızı"na çıkar.
Kuşkusuz Havva'nın işlediği "günah"tan da o sorumludur. Kabalacıların ana eserinden Zohar'da (İhtişam Kitabı ya da Işık Kitabı) yer alan efsaneye göre adet döneminde olduğu halde, Adem'le birlikte olma konusunda Havva'yı kandıran o yılan ve ****** Lilith'ti.
Lilith'le daha sonra Flistinliler aracılığıyla Yunanlılar da tanıştı. Onu, hayaletler ve diğer hayali görüntüleri yöneten tanrıça Hekate'nin kişiliğiylr birleştirdiler. Bu konu Geç Antikçağ'da Yahudi olmayan gnostik akım yandaşlarının da ilgisini çekti. Onlar tarafından yazıya aktarılan bir efsanede, Lilith'in İsrailli peygamber İlyas'ı nasıl baştan çıkardığı anlatılıyor. Lilith ona şöyle der: "Senden çocuklarım var." Ve o yanıt verir: "Benden nasıl çocukların olabilir, ben bir aziz gibi yaşıyorum." Lilith der ki: "Evet, ama uykunda, rüyalarında sık sık boşaltıldın. Tohumlarını alarak hamile kaldım." Bu metin M.S. 4. yüzyıla ait. Lilith, özellikle bu tarihten sonra hep aynı motifle işlenir. O bir "tohum hırsızı"dır.
Lilith efsaneleri, Hıristiyanlık dünyasıyla tanıştıktan sonra, batılıların hayal gücünü harekete geçirdi. Özellikle Kabalacı yazılarının araştırılmasıyla, Lilith bütün dünyada tanınır hale geldi. "Kötü kalpli Lilith" her yerde ilgi gördü. Çünkü o, normalde açıklanması ya da kavranması mümkün olmayan şeyleri rahatlıkla üstlenebilecek bir kişilikti. Bu özelliği, onun "cadılar"la özdeşleştirilmesi için gereken köprüyü oluşturuyordu.
Ortaçağ'ın sonlarına doğru başlayan ve inanılmaz bir toplumsal histeriye neden olan cadı ve büyücü furyasıyla birlikte, Lilith'in adı da sık sık anılmaya başladı. Ayrıca o, kadınları baştan çıkarma konusunda Şeytan'ın en büyük yardımcısıydı. Artık, kötü amaçlı kullandığı güzelliği ve baştan çıkarıcılığı ön plana çıkıyordu. İnsanlar bir yandan büyü ve tılsımlarla ondan korunmaya çalışırken, diğer yandan kendilerini onun büyüsünden kurtaramıyorlardı. Böylece 19. yüzyıla gelindiğinde Lilith ressamlar ve edebiyatçılar için sevilen bir motif oldu. Artık dini kimliğinden yavaş yavaş kurtuluyordu. İngiliz ressam Dante Gabriel Rossetti'nin yaptığı "Lady Lilith" tablosunda bu cadı, Victoria Dönemi'nin güzellik anlayışına uygun olarak tasarlanmış ve gösterişli dekoltesiyle uzun kızıl saçlı, biraz dolgun, etli dudaklarla resmedilmiş.
Edebiyat dünyasına da girince, şeytan kadın kimliği tamamen kayboldu. Artık ona korku ve nefretle bakılmıyor, hatta sempatik bile bulunuyordu. Her ne kadar şurada ya da burada, nahif ruhlu insanlar dikkatli olmak adına tılsımlarına güvenmeye devam etseler de, aydın fikirliler kötü kalpli şeytan kadın tiplemesini raflardaki tozlu dosyalara kaldırmışlardı. Hoşa giden ve benimsenen, onun baştan çıkarıcı özelliği değildi. Lilith'in Adem'in ilk eşi olduğunu anlatan efsaneye odaklanılmıştı. Çünkü bu öykü, insanlık tarihinin başlangıcından bugüne uzanan bir tartışmayı başlatmıştı. Özellikle son yüzyıldır iyice kesinleşen bir tartışmaydı bı: eşitlik, daha doğrusu kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik sorunu.
Psikanaliz uzmanı ve araştırmacı Siemund Hurwitz, "Adem ile Lilirh arasındaki güç savaşı"nı, asırlarca süren ve babaerkil sistemdeki erkeğin konumu ile kadınların eşit haklara sahip olma talebini temel alan cinsiyetlerarasi savaşın aynadaki görüntüsü olaran değerlendiriliyor.
Aslında ne Antikçağ, ne Ortaçağ ne de onu izleyen yüzyıllarda bu sorun çok önemsenmedi. Cinsiyetler arasındaki ilişkiyi karşılaştırmaya gerek yoktu: Kadın erkeğin egemenliği altında olmakzorundaydı. Havari Aziz Paulus, "Erkek kadından değil, kadın erkekten yaratılmıştır. Erkek kadının isteklerini değil, kadın erkeğin isteklerini yerine getirmek üzere yaratıldı." demişti. Ne de olsa kadın Adem'in kaburga kemiğinden yaratılmıştı. Bu bakış açısı, kadının yüzlerce yıllık toplmsal konumunu belirleyen ana etkendi.
Kadın, dört büyük dinde de "günah kazanı" olarak görüldü. Bunun nedeni Havva'ya kadar uzanıyor. Yasak meyveyi her ikisi de yemesine rağmen, işlenen günahtaki suçluluk payı eşit değildi: Kandırılan Adem değil, Havva'ydı. Çünkü, yılanın sözüne inanmıştı. Adem kuşkusuz inanmamıştı, ancak biricik eşi ile ilişkilerini tehlikeye atmak istememişti sadece. Söz konusu bir günah olsa dahi, günahkar ve suçlu olan kadındı. Şeytanla işbirliği yapması ve cadılıkla suçlanabilmesi için önemli nedenlerdi bunlar.
Bu dayanaklardan güç alan erkekler, kadınların kişiliğini adeta baskı altına aldılar ve onları kendilerine ait bir mal gibi gördüler. Geçen yüzyıl içinde yoğunlaşan kadın direnişi buna karşı çıktı. Eşit haklar ve özgürlük için savaşan Lilith'i de kendilerine simgesel figür olarak seçtiler. Lilith'in savaşını başarıyla sona erdirememesi onaları yıldırmıyor. Lilith efsanesi, arzuladıkları toplumsal konuma ulaşmak için onları biraz daha kamçılıyor...
Lilith İbranice'de "geceye ait olan" anlamına geliyor. Adından da anlşılacağı üzere, çağlar boyu kadınalara yakıştırılabilecek bütün olumsuz özelliklerin taşıyıcısı olmuş: Baştan çıkarıcı, ******, cadı, vampir, cinlerin başı, gece canavarı onun ünvanlarından bazıları. Saf, edilgen cinselliği ancak yasak meyveyi tadınca öğrenen Havva'nın tersine, başından itibaren gücünün ve cinselliğinin bilincindedir ve yeri gelince kullanmaktan da çekinmez.
Kendi başına buyruk, zapt edilemez, denetlenemez olduğundan, özellikle tektanrılı din adamlarının sürekli abskı altına almaya çalıştıkları bir kadın örneği, erkeğin kadına ve cinselliğe dutduğu korkunun bir simgesi aslında. Dolayısıyla ölümlü insanların arasında yeri yoktur. Yeri bilinmeyen, açıklanmayan kötülüklerin geldiği karanlık güçlerin dünyasıdır.
İyi ile kötüyü ayırt etmeyi sağlayan ağacın yasak meyvesinden yemediği için ölümsüz kalmış, cennetin yakınlarındaki bir dağ geçidinde şeytanlarla birleşerek Şeytan'dan "Lilim" adı verilen çocuklar doğurmuştur. Tevrat'ta şöylr yazıyor: "Ve çölün vahşi hayvanları ile kurtlar buluşacak; evet, gece canavarı orada yerleşecek ve kendisi için istirahat yeri bulacak..."
Sembolik hayvanı baykuştur. Tablo ve heykellerinde, genellikle ay şeklinde taçla tasarlanmıştır.
Yahudi kadınlar, eşlerinin bu şeytan kadına kapılmamaları için yatak odalarının duvarlarına bir daire içinde "Adem ile Havva buyursunlar içeri, girmesin kapıdan 11 (LILITH-Lilith)" yazıyorlardı. Nümerolojiyle uğraşanlar 11'i kötülükle yüklü olduğu için korkunç bir sayı olarak kabul ediyorlar. Kabalacılara göre bu sayı, iyi ve güzel olan ne varsa tam tersini temsil ediyor. Günah yüklü, zarar verici ve mükemmel olmayı reddetmiş bir sayıdır bu.
Modern çağlarda Lilith feminizmin simgesi haline geldi. Bu isimde dergiler çıktı, kafeler açıldı, sadece kadın müzisyenlerin katıldığı "Lilith Fair" adlı gezici müzik festivalleri düzenlendi, "ideal kadın" olarak tanımlanan Havva gibi olmak istemeyen kadınlar, tepkilerini dile getirmek için kız çocuklarına Lilith adını verdiler.
Ara
Cevapla
_AL0n3_
#6
Nigar Kayası efsanesi

Anadolunun şirin bir kasabası olan Kızılcahamam’a bağlı Taşlıca köyü, kasabaya nazaran etrafı dağlarla çevrili ve taşı çok olan bir yerdir.

Halkı, neşe ve sevinç içinde yaşarlardı, biribirlerine öyle bir bağla bağlanmışlar ki; acı, tatlı günlerde yardımlarını biribirlerinden hiç esirgemezdi. Elele gönül gönüle olmayı insanlara yaraşır olarak kabullenmişler, iyimserliklerini sürdürmeyi bir görev olarak saymışlardır.

Taşlıca köyü 1142 senesinde kurulmuş, kışları çok sert geçermiş, su olmadığı için, halk kar suyu içermiş. Bu yüzden hayvanlar fazla yaşamazlarmış.

Taşlıca köyünde, Nig’r adında bir kız varmışki, Nig’r köyün en güzel kızlarından biriydi. Babası çobanlık yapardı, 9 çocuğu vardı. Nigar kardeşlerinin en büyüğü olduğu için, evin işleri, çocukların bakımı, tarla, bağ bahçe işleri hep onun üzerindeydi.

Nig’r, birgün köy kızlarıyla birlikte tarlaya ekin biçmeye giderken, karşıdan bir atlının geldiğini gördüler. Köy’e pek yabancı gelmediği için, hepside merak içinde gelen atlının yaklaşmasını beklediler. Nihayet bekledikleri atlı yanlarına yaklaşınca yiğit bir delikanlı olduğunu gördüler.

Delikanlı; ürkek ve titrek sesle “Köye nereden gidilir” diye sordu, kızlar birbirlerine bu delikanlı kimdir, neyin nesidir gibilerinden bakışırlarken, Nig’r ile delikanlı göz göze geldiler. Bu arada Nig’r'ın kalbi sanki yerinden fırlayacakmış gibi oldu. Aynı duygu ve heyecan delikanlıda da belirdi. Ama, Nig’r'la Delikanlının bu anlamlı ve heyecanlı bakışlarını diğer kızlara belli etmemeye çalışsalarda, diğer kızların gözünden kaçmamıştı. Fakat, Nig’r'ın kızlarla ekin biçmeye, delikanlının da köye gitmesi gerekiyordu. Delikanlı, istemiyerekde olsa, Nigar’dan gözlerini kaçırdı, arkasına baka baka yoluna devam etti.

Nig’r kız arkadaşlarıyla ekin biçmeye gitsede, göz göze geldiği delikanlıyı bir türlü duygularından çıkaramıyordu.

O günden sonra, Nig’r'ın kalbindeki ateş, gönlündeki hasret bir yangın gibi içinde alevleniyordu. Delikanlının hayali bir türlü gözünün önünden gitmiyordu, bir görüşte aşık olmuş, aşık olduğu delikanlı için kara sevdaya uğramışki, her geçen gün için için eriyordu, derdini kimseye anlatamıyordu.

Aradan bir süre geçti, yine Nigar tarlaya giderken, ağaçların arasında bir karaltı (gölge) gördü, korku ve heyecanla, karaltıdan uzaklaşmaya, koşmaya başladı. Gölgedeki adam, Nigar’ın kaçtığını görünce, “Nigar yalvarırım kaçma dur, n’olursun dur… sana kötülük yapacak değilim, sadece konuşmak istiyorum dur” diye peşinden bağırarak yalvardı. Nigar, kendisine seslenen sesi duyunca hemen tanıdı. Çünkü, o ses yolda tanıdığı (rastlaştığı) ve onun için kalbinin çarptığı delikanlının sesiydi. Bu sesi duyan Nigar durdu, titrek ve heyecanlı bir sesle “ne istiyorsunuz?” diye sordu. Delikanlı ise, “sizi ilk gördüğüm günden beri unutamıyorum, sizi tanımak, sizinle tanışmak istiyorum. Sizinle evlenmek, acıyı, tatlıyı, paylaşmak istiyorum. Size olan tutkum beni günlerdir kasdı kavurdu, size aşık oldum, sizden ayrı yaşayamam n’olur kabul edin, ne isterseniz yaparım, gerekirse kulun kölende olurum” diyerek genç kızın ayaklarına kapandı. Nigar; bu teklife dünden razıydı, çünkü delikanlıyı sevmişti, delikanlı için kara sevdaya uğramıştı. Günden güne eriyip gidiyordu. Ama, içlerindeki yanan aşk ateşine rağmen, ailesinin bir yabancıya kız vermeyeceğini de biliyordu. Bunu bildiği için Nigar ne evet ve ne de hayır diyebildi. Hayır dese delicesine aşıktı diyemezdi, evet dese, ailesini karşısında bulacaktı. Nigar, bir müddet düşündükten sonra , “Ben ne desem boş, size vereceğim her söz, ailemin nazarında geçersizdir. Bunun için size söz veremiyorum, babam ne derse o olur, bizde, bizim yöremizde yabancıya kız vermezler” dedi ve koşarak uzaklaştı.

Birkaç gün sonra, delikanlı kendi ailesini, Nigar’ı istetmek için, Nigar’ın babasına gönderir. Nigar’ın babasından Nigar’ı Allahın emri, Peygamber’in kavli ile isterler. Ancak, Nigar’ın babası bende yabancıya verecek kız yok diyerek kestirir atar. Delikanlının babası ise, oğlunun Nigar’ı delicesine sevdiğini bildiği için, Nigar’ında oğlunu sevdiğini bildiğinden, birbirlerini seven iki insanın hayatını birleştirmek için, delikanlının babası durumu muhtara “O köyün muhtarına” anlatır.

Taşlıca köyünün muhtarı ile o köyün ileri gelen büyükleri , Nigar’ın babasına iknaya giderler, ama bir türlü ikna edemezler, ikna edilmediğini gören, delikanlının babası istemeyerekte olsa geri dönerler.

Nigar’ın babası, düğürcüler gittikten sonra, Nigar’ı yanına çağırır, Nigar’a; kız sen bu oğlanla görüştün mü? Kimler bu gelenler, seni nerden tanıdılar, bana doğruyu söyle, eğer doğruyu söylemessen senin kemiklerini kırarım, öldürürüm diyerek kızı Nigar’a vurmaya başlar, zavallı kız ise o delikanlıyı tanımadığını , görüşmediğini haykırır, ağlar, sızlar. Annesi ise, kızının ağladığını, dövüldüğünü görünce dayanamaz; dur bey, yalvarırım dur, biricik Nigar’ımı öldüreceksin, der ve kızını kocasının elinden kurtarmaya çalışır.

Babasının elinden kurtulan Nigar, odasına kapanır, kimseyle görüşmez, yemez içmez deli divane gibi durmadan göz yaşı döker.

Nigar’ın yaşadığı zor günleri öğrenen delikanlı, bir yandan kendini suçlar, diğer yandında, Nigar’la buluşma çarelerini aramaktadır. Delikanlı, kendi köyünün çöpçatan teyzesini aracı olarak Taşlıca köyüne gönderir ve sonunda, Nigar’ın babasıyla konuşmayı gerçekleştirir, bu görüşme sonucunda, Nigar’ın babasını ikna eder, törelerine göre de istediği başlığın kendisine verileceğini söyler.

Öte yandan, delikanlı ise; çöpçatan teyzesinin eli boş mu dönecek, dolu mu dönecek, hayır haberlerle mi, yaksa hayırsız haberlerle mi dönecek bunun merakı içinde iken, çöpçatan teyzesi delikanlıya hayırlı haberle varınca, Delikanlı, köyün ileri gelenlerini de alır, Nigar’ın babasına düğürlüğe giderler ve razı ederler.

Bunu duyan Nigar’da, içindeki alevin söneceği günü sabırsızlıkla beklemeye çalışır. Daha sonra, düğün hazırlıkları başlar, Düğün Dernek kurulur, Şehirden davulcular, köçekler getirtilir, böylece: Nigar’da Delikanlı birleşeceği günlerin hayalini kurarak sevinç ve mutluluk içindedirler. Akşam üstü damat evinde ateş yakılır, Sinsin’ler oynanır, gelin evinde ise, kınalar yakılır, sabahlara kadar yenilir, içilir.

Ertesi günü öğle namazından sonra, gelini almak için, gelin halayı ile büyükler gelir. (Gelenek ve göreneklerine göre damat gelmez).

Davul-Zurna ve Köçekçiler eşliğinde kırmızı pullu gelinlik içindeki gelini alırlar, süslenmiş ata bindirirler. Gelin Halayı, tepe yamacına geldiği sırada; Oruç Gazi Sultan Dede, gelin halayının önüne geçerek, durun durun, çalmayın, diye yedi defa seslenir. Davulcu ve gelin halayındakiler aldırış etmezler. “Aman Oruç Gazi Dede ne olacak hiç bir şey olmaz, davulsuz gelin gidermiymiş” derler. Oruç Gazi Dede, yine, “durun, tanrı aşkına durun evlatlarım, benim içime doğdu, Davulu çalarsanız, geline birşeyler olacak çalmayın, sonra sizlerde pişman olursunuz” dedi. Fakat, hiç kimseye dinletemedi.

Gelin Halayı ve Gelin tepeye gelince, aniden şimşekler çakmaya, rüzgar esmeye, fırtına kopmaya başladı. O anda, Gelin atı ile beraber olduğu yere taş oldular. Halk panik içinde, sağa sola kaçmaya başladı. Başladı ama iş işten geçmiştir. Talihsiz Nigar (gelin) ve atı, Davulcunun davulu, Nigar’ın çeyizleri, ayağı kırık sacağı, oldukları yerde taş oldular.

Düğün Halayında bulunanlarda, düğüncülerde, Oruç Gazi Dedenin sözünü dinlemekte çok geç kalmışlardı. Biribirlerine, Oruç Gazi Dede haklıymış, bizlerin cahilliği Nigar’ın sonu oldu birbirlerini delice seven insanların sonu oldu diye dert yandılar.

Rivayetlere göre: Taşlıca köyünde, kesinlikle davul çalınmaz ve kimsede çalmaya cesaret edemez.

Yıllar sonra olaya inanmayan düğün sahibi, yaşlıların anlattığına aldırış etmez, düğünlerinde köye davulcu çağırır, yenilir içilir, gece “Yatsı” namazından sonra ateş yıkılır, Sinsin’ler oynanır, davullar çalınır. O anda Damat evini penceresini aniden alev alır ve yanmaya başlar, davulcu hemen çalmaktan vazgeçer, düğün davetlileri ateşi söndürürler ve eğlence davulsuz devam eder.

Efsaneye göre; aradan yıllar geçer, yine düğün dernek kurulur, düğün sahibi Ağa; Ben biricik oğluma şanlı şöhretli, dillere destan düğün yapacağım, herkes yesin içsin, vursun davullar, çalsın zurnalar der. Yine akşam namazından sonra ateş yakılır, Sinsin’ler oynanır. O sırada damat evinde bağrışmalar duyulur…

“Durdurun çalmayı, Ağamız fenalaştı, yetişin, yetişin diye bağırır. Herkes koşarak eve giderler. Bir de ne görsünler; iri yarı dağ gibi Ağa felç olmuş.”

Bunun üzerine, o köyün halkı, o günden sonra birdaha davulcu getirtmeye, düğünlü dernekli düğün yapmaya cesaret edememişlerdir, o gün bu gündür köyde davul zurna çalınmaz.

Düğünler davulsuz zurnasız yapılır, aksi halde başlarına bir bel’nın geleceğine inanırlar.

Olayı yaşayan Oruç Gazi Sultan Dede’nin Türbesi yine bu köydedir.

Zavallı delikanlının ise, akıbeti belli değildir. Delikanlının o uğursuz davullu zurnalı düğünden sonra sağ kalıp kalmadığı hakkında hiçbir bilgi yoktur.
Ara
Cevapla
_AL0n3_
#7
Titanic Efsanesi

Titanic'in sahibi The White Star Line şirketinin ortaklarından olan Sir James Cole'un babası, zamanında Mısır'da Ramses mumyasının kazılarına katılan 70 kişiden biriymiş. Mister Cole, kazılardan kısa bi süre sonra diğer arkadaşları gibi esrarengiz bi şekilde hastalanıp ölmüş. Üstelik cenazesini taşıyan gemi de Akdeniz'de kaybolmuş.
Oğlu James ise hayatı boyunca bu lanetten nasibini almış. Annesi ve kız kardeşini evlerinde çıkan bi yangında kaybetmiş. 18 yaşına kadar yetiştirme yurdunda yaşamak zorunda kalmış. Yine de başarılı bi iş adamı olup, The White Star Line adlı bir deniz taşımacılığı şirketine ortak olmuş. Ancak babasının katıldığı kazının 20'inci yılında şirketin gemileri tek tek talihsiz kazalar geçirmeye ve batmaya başlamış.
Şirket bi türlü kazaların önünü alamamış. Üstelik basın da üzerine geliyor, her gün boy boy eleştiri yazıları çıkıyomuş. Şirketin zararı feci boyutlara ulaşmış. The White Star Line son kozunu oynamaya karar vermiş. Tüm mal varlığını üç büyük, süper lüks gemiye yatırmış. Bu gemilerin adları Olympic, Titanic ve Britannic'miş.
İlk gemi Olympic, 1911'de, Atlantik Okyanusu'nda bi buzdağına çarpmış. Tamir için getirildiği tersanede çıkan bir yangında da tamamen yanmış.Titanic'in trajik hikayesini herkes bilir; onun da yoluna bi buzdağı çıkmış. Britannic ise 1. Dünya Savaşı sırasında Atina açıklarında, 1916 yılında meydana gelen bi patlamada batmış. Kısa süre sonra The White Starline şirketi denizcilikten çekildiğini açıklamış.
James Cole'un babasının katıldığı kazıda mumyası çıkartılan Ramses'in laneti ise şöyleymiş: "Beni yerimden oynatan herkesi sulara gömeceğim".
Ara
Cevapla
_AL0n3_
#8
URANOS "GÖK" VE GAİA "YER"


Evren oluştuktan sonra, onun üstünde yaşayacak ve ömür sürdürecekleri meydana getirmek gerekiyordu. Bunun için Gaia kendi oğlu Uranos ile birlikte Titanlar yarattı. Altısı dişi altısı erkek olmak üzere oniki tane olan Titanlar şunlardır; Okeanos, Koios, Hyperion, İapetos, Kronos, Theia, Rhea, Mnemosyne, Phebe, Tethys, Themis.

Uranos ile Gaia, bundan sonra Kylops'ları dünyaya getirdiler. Tanrılara benzeyen ancak alınlarının ortasında tek gözleri bulunan Kylops'lar şunlardır; Brontes, Steropes, Arges.

Bunlardan başka omuzlarından bükülmez yüzer kolları sallanan ve sırtlarına ellişer baş dizilmiş olan; Kottos, Briareos, Gyges adındaki devler dünyaya geldi. Bunlara Hekatonehires yada Centimanes derler.

Uranos tuhaf bir biçimde çocuklarından korkuyor, doğdukça onları yerin derinliklerine atıyor, oraya hapsediyordu. Bu harekete Gaia çok kızdı ve ondan yaptıklarının öcünü almaya karar verdi. Göğsünden parlak çeliği çıkararak onunla keskin bir tırpan yaptı, sonra çocuklarına planlarını anlattı.

Ama çocukları bu plandan korktular, yalnız en son doğan oğlu Kronos annesine yardım edeceğini söyledi. Akşam olunca Uranos, Gaia'yı görmeye geldi. Konuştular biraz vakit geçirdiler; sonra yattılar. Hiç bir şeyden şüphelenmeyen Uranos, derin bir uykuya dalınca, Kronos geldi ve tırpanla babasını hiç acımadan biçip, vücudunun kanlı parçalarını denize attı. Babasına ilk tırpanı attığı zaman açılan büyük yaralardan sızan siyah kan damlaları yere damlayınca yenilmez Erinyes "Hiddet"ler, korkunç Geants "Dev" ler ve Meliades perileri doğdular. Dalgaların üstünde çalkalanan et parçalarına gelince; onlarda beyaz köpüklere dönüştüler. Sonra kanlı et parçalarının meydana getirdiği bu beyaz köpükten genç ve güzel bir tanrıça olan Aphrodite doğdu. Onu dalgalar bir sedef kabuğu içersinde çiçeklerle süsleyerek Kıbrıs adasına götürdüler.
Ara
Cevapla
_AL0n3_
#9
Cennet


Zaman: Efsanevi

Mekân: Bir olasılıkla Güney Irak

Cennet, yeryüzünde eşi bulunmayan bir yerdir, ancak kesin yerini hiçbir insanın bilmesine izin verilemez. Gelecekte bir zaman... Tanrı Cennet'in yolunu açıklayacaktır.

BİR HAHAM MESELİ

Ortasından büyük, hayat veren ırmağın aktığı Cennet'in nerede olduğunu kimse öğrenememiştir. Kitabı Mukaddes'in Tekvin kitabı ;söyle der: "Ve Rab Allah şarka doğru Aden'de bir bahçe dikti" (Tekvin 2: 8). Bu tarifin Güney Irak'ta eskiden Sümer ve Akadlar Ülkesi denilen yer olduğu anlamı çıkarılmaktadır. Yüzyıllar boyunca pek çok insan bu efsanevi İrem bahçesini aramışsa da, asla bulunmuş değildir.

İbrani hikâyesinde yer alan günah ve cezalandırılma anlamından yoksun olmalarına rağmen benzer efsaneler Sümerler zamanında da bilinmekteydi. Aziz Paulus'tan sonraki ilahiyatçılar Cennet'i bir yeryüzü cennetinden çok tanrısal bir ödül yeri olarak düşünmüşlerdir. (Korintoslulara II. Mektup 12:3)




Baba ve Kral olan Tanrı, Âdem ile Havva'yı gökyüzünden kutsarken, cennetin bir yeryüzü cenneti ya da Zevk Bahçesi olarak resmedilişi. Küreleri içinde gezegenler göğü yeryüzünden ayırıyor.



Bir 16. yüzyıl İran elyazmasında, bir bahçede yapılan piknik. İranlılar, "park" anlamına gelen bir kelimeden dünyaya Cennet (Paradise) fikrini vermişlerdir. Aşağıda Masolino ve Masaccio tarafından 15. yüzyılda yapılmış Âdem ile Havva tablosu. Yılanın kafası, kadın başı biçiminde resmedilmiş.


Asur kralı Asurbanipal saray bahçesinde yemek yiyor. Ninive sarayındaki röliyef, İÖ 7. yüzyıl.

Mısır ve Yakındoğu'daki Cennet Bahçeleri

Bir Cennet bahçesi fikrinin Sami ruhunda kök salmış olmasının nedeni, herhalde insanların yaşadıkları ekili alanları çevreleyen çöllere bir antitez oluşturmasındandır. Yakındoğu'nun pek çok yerinde, direnen toprakta yiyecek bir şey yetiştirmek çok güç bir iştir. Bu çok geniş bölge her zaman büyük çelişkiler alanı olmuştur: İyi sulanmış, kupkuru çöllerin ortasında sakinlerinin özenle geliştirdikleri yüksek derecede verimli vahalar vardır.

Fırat ve Dicle gibi Türkiye, Suriye ve Irak'tan geçen nehirlerin zengin vadileri ve Mısır'daki Nil vadisi çevredeki kuru ovalar ve çöllerle tam bir zıtlık oluşturur. Su olmadığı takdirde ne bitki ne de hayvan ve insan yaşayamaz. Ve deniz kıyılarında tatlı su ırmakları ya da kaynaklar olmadığı takdirde toprak işlenemez. Yağmur yağacağı zamanlar önceden kestirilemez, sulamalı tarım ise tümüyle suya bağlıdır. Nil vadisinde Firavun'un yedi yıllık bolluk ve ardından yedi yıllık kuraklık rüyası (Tekvin 41:1-4) Mısır'da Assuan Barajı'nın yapıldığı 20. yüzyıl ortalarına kadar gayet gerçekçi bir durumu yansıtmaktaydı.

Böylece bir Cennet bahçesi fikri, Yakındoğu'da binlerce yıldır çok değerli bir olgudur. İngilizce'deki "Eden" [Cennet] adı ya Akadça "ova" anlamına gelen "edinu"dan ya da "zevk" anlamına gelen İbrânice kökten gelmektedir ve ta ilk çağlardan beri Cennet fikriyle ilişkilendirilmiştir. İngilizce'deki "Paradise" (cennet) sözcüğü önce eski Farsça'daki "apiri-da-eza"dan (park) gelmiştir. Bu kelime İbranice'de "pardes" ve sonra Yunanca'da "paradeisos" olmuştur.

Kitabı Mukaddes'in Yunanca çevirilerinde kelime ilk olarak Cennet için kullanılmış ama sonra Kral Hirodes'in İÖ 1. yüzyılda Eriha'da yarattığı yüzme havuzlu ve fıskiyeli, iyi sulanan, bahçeler arasındaki saray kompleksi gibi büyük bahçeler için kullanılmıştır.

Firavunlar'ın Mısır'ında kralların ve soyluların evlerini, sulanan ve meyve ve sebze yetişen bahçeler çevrelerdi. Sofralarına balık, insanların günün sıcağında kenarında serinledikleri havuzlardan gelirdi. Böyle bir bahçenin Kudüs'ü saran çifte surun arasında bulunduğu Tevrat'ta yazmaktadır (Ve şehrin duvarında gedik açıldı ve bütün cenk adamları, kral bahçesinin yanında olan iki duvar arasındaki kapı yolundan geceleyin kaçtılar,- Krallar 2, 25:4) Bu bahçe, Krallar 2, 21:18'de sözü edilen Kral Uziyah'ın bahçesi olabilir. Eski Yakındoğu'da kral aileleri her tarafta tıpkı Asur ve Babil saraylarında olduğu gibi Cennet bahçeleri yaratmışlardır.

Bazı krallar avlanmak için başka ülkelerden getirtilmiş ve özellikle yetiştirilmiş vahşi hayvanlar için çok büyük parklar da kurmuşlardır. Bunlardan en ünlüsü Ninive'deki sarayının röliyeflerinde de belirtildiği gibi Asurbanipal'in (İÖ 668-627) avladığı aslanlardır. Bir başka röliyefte aynı kral ile karısının saray bahçelerinin büyük ağaçları arasında bir asma bahçede yemek yedikleri görülmektedir. Bir olasılıkla Sinahheriba'nın (İÖ 704-681) inşa ettiği bir bahçe, başka bir Ninive röliyefinde yer almaktadır. Bu Cennet'te kralın doğuda 80 kilometre ileride Zagros Dağları'ndan su kemerleriyle getirttiği suyla parklar ve meyve ve sebze bahçeleri sulanmaktadır.
giz4.jpg

Yukarıda Nabukadnezar'ın Babil'deki taht odasının yeniden inşa edilmiş cephesi, palmiye ağaçları ve diğer bitkilerle, İÖ 6. yüzyıl. (Aşağıda)18. hanedan Mısır lahdinden Nebamun'un bahçesinde bir havuz. Havuz gölge veren ağaçlarla çevrilidir.
giz5.jpg


Cennet Fikri

Eski Yakındoğu'daki kral bahçeleri efsanevi bir düşün uygulanması olduğunu akla getirmektedir. Kitabı Mukaddes'teki Aden Bahçesi, insanların dinlenme yeri olarak hayal ettikleri bir yeryüzü ya da gökyüzü cennetidir. Batı uygarlığında bu "Altın Çağ", "Mutlu Adalar", "Kutsanmışların Adaları", "Elysian Bahçeleri" ve bunlar gibi diğerleriyle ilişkilendirilir.

Kitabı Mukaddes'te Cennet, bir masumiyet mekânıdır ve insanların Tanrı ile bir dostmuş gibi konuşabildikleri bir masumiyet çağına aittir. Ondan sonra bizler büyüdük. Bilgi Ağacı meyvesi durumumuzun gerçeğini görmemizi sağladığında tam birer insan olduk. Yaşamak için çalışmak zorunda olduğumuzu, hastalığın ve kötülüğün, yoksulluk ile ölümün dünyaya hâkim olduğunu öğrendik. Bu meselin doğruluğu çok derinlere işler ve doğrudan insan yüreğini etkiler. İslamiyet'e göreyse Cennet, inananların Allah'ın iradesiyle girebileceği zevk ve mutluluk yeridir.

Günümüzde cennetin yerinin, simgesel bir mitin anlamının herhangi bir somut gerçekten güçlü olduğu ruhlarımızda bulunduğunu kabule hazırız.

giz7.jpg
Bir Mezopotamya mühür silindiri. Kutsal ağacın iki yanında oturmuş figürler: Sağda boynuzlu başlığıyla bir tanrıça. Her ikisinin ardındaki yılan Cennet Bahçesi hikâyesinin öncüsü.
Ara
Cevapla
_AL0n3_
#10
ATHENA ( MİNERVE )

Bir adıda Palas olan Athena, Baş Tanrı Zeus'un çok sevdiği bir kız idi. Zeka tanrıçası Athena'nın doğumu oldukça gariptir. Annesi akıllı Metis (Hİkmet) ti. Efsaneye göre Baş Tanrı Zeus Metis'I yutmuş, yani kendi içine atmış ve onu kendisinin bir parçası yapmıştı. Akıllı ve Zeki Zeus Metis'I uzun süre kafasının içinde taşıdı. Ondan kurtulma zamanı gelip çatınca Demir ve ateş tanrısı Hephaistos'u çağırdı

"Hephaistos" dedi "Başım çatlayacakmış gibi ağrıyor, artık dayanamıyorum. Alnıma hızla keskin baltanı vur. Korkma sen emrimi yerine getir, ben başıma ne geleceğinin biliyorum.

Hephaistos Baş Tanrıya karşı gelmeye cesaret edemedi ve baltasını Zeus'un alnına indirdi. O anda yarılan yerden zafer çığlıkları atan güzel bir kız çıktı ve dans etmeye başladı. Tepeden tırnağa kadar silahlı idi. Başında altın bir miğfer kıvılcımlar saçıyordu. Parlak bir zırh bütün vücudunu kaplamıştı. Elinde ise yepyeni bir mızrağı sallıyordu. Bu hali gören bütün ölmezler hayret ettiler, şaşırdılar. Güneş bile onu görüce ne yapacağını unuttu, atlarının dizginlerini çekti, arabasını göğün boşluğunda bekletti. Büyük Olympos dağı bu yeni Tanrıça'nın doğuşuile sarsıldı. Toprak'tan müthiş bir gürültü çıktı. Denizler kabarmaya dalgalar coşmaya başladı.

Zeka ve aydınlık tanrıçası olan Athena aynı zamanda savaş tanrıçasıda sayılırdı. Savaş gürültülerini ve silah seslerini uyandırmasını ve canlandırmasını da isterdi. O Yunanlılar için yenilmez bir kavgacıydı, cesareti başka hiç bir tanrı ile kıyaslanamazdı. Onun cesareti kurnazca, yiğitliği sessizce idi. O gösteriş ve yaygarayı sevmezdi.

Athena kabalık ve her türlü zulümden iğrenirdi. Temiz kalpliydi. Adaletten hoşlanırdı. İyi ve akıllı insanların yardımına koşmak adetiydi. Bir gün çok beğendiği, sevdiği cesur Tydeus çok uzun süren bir savaşta ağır yaralanmış ve yere düşmüştü. Athena Babası Zeus'a ona yardımcı olması, acıması için yalvardı. Babasından bu cesur savaşçıya ilaç götürmek onu ölümsüzler arasına katmak için izin istedi. Zeus bu istediğini kabul edince derhal yeryüzüne, savaş meydanına indi. Fakat Tydeus'in yakaladığı düşmanından korkunç bir biçimde intikam almakta olduğunu gördü. O, kendisine getirilen düşmanın kemiklerini kırıyor, kafasını eziyor, sonra bir barbar gibi kafatasının içinden çıkan beynini yiyordu. Athena bunu görünce ondan iğrendi. Yardımına koştuğu savaşçıya sırtını dönerek onu kendi kaderiyle baş başa bıraktı. Barbarca davranışıyla yardımı hak etmediğini göstermişti.

Zeka tanrıçası Athena bazen yeryüzüne iner, savaşlara katılırdı. Yunanlılar Medya'lılara karşı savaştığında küçük ordularını Athena idare etmişti. Bu yüzden bir avuç insan, barnarların çok kalabalık ordusuna karşı büyük bir zafer kazanmıştı. Athena aynı zamanda şehirlerin bekçisi ve koruyucusuydu. Sevdiği şehirlerin kalelerinde, surlarında canla başla savaşırdı. Yalnız savaşları sevmezdi, barışlarıda severdi, barışın nimetlerini, medeni hayatın güzelliklerini, zafer kazanan kralların kalplerine sokardı. Bu yüzden medeniyetle ilgili herşeyin koruyucusu sayılırdı.
Ara
Cevapla


Hızlı Menü:


Konuyu Okuyanlar: 1 Ziyaretçi
  Tarih: 05-06-2024, 01:07 PM