:: Duygusuz.com - Dostluk ve Arkadaşlık Sitesi
Konuyu Oyla:
  • Derecelendirme: 0/5 - 0 oy
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Metafizik
Firari Fırtına
#1
METAFİZİK

Metafizik, felsefe disiplinlerinin tartışmaya en açık olanı, başı en çok derde gireni ve en ilgi çekicisidir. O, en yaygın anlamıyla,tüm yaşam ve bilgimiz hakkında bütüncül bir yorum olma çabası gütmekle, bizzat felsefeden başka bir şey değildir. Ama o aynı zamanda, felsefenin, adını bir rastlantıya borçlu olan gayrimeşru çocuğudur. O adını, Aristoteles'in yazıları içersinde fizikle ilgili olanları izleyen (meta ta physika) yazılar olarak bulmuştur. Simplikios tarafından vurgulanan anlamıyla da, metafizik sözcüğü, aynı zamanda "doğa ötesi"nin, fizikten sonra bilinmesi gereken özlerin öğretisine verilen ad olmuştur. Oysa Aristoteles sadece ilk felsefeden sözetmişti. O, ilk felsefeden, deneyden bağımsız, a priori, zorunlu bilme (wissen) biçimi olarak sözeder. Yani:
1.İlk prensip ve temel nedenlerin bilgisi (prensipler öğretisi),
2.Varolan olarak varlık hakkındaki bilgi (O, "varlık" kavramını en genel ve kapsayıcı kavram saydığından, varlık bilgisi, ontolojidir),
3.Yetkin öz, ilk töz ve evrenin kendisi hareket etmeyen hareket ettiricisi hakkındaki bilgi (teoloji).
Bu kavramsal saptamalar, bugüne kadar metafizik tarihini olumlu ve olumsuz yönlerden etkileyip durmuştur. Örneğin metafizik Ortaçağda felsefi bilimlerin kraliçesi sayılmıştır. Hatta günümüzde bile, o, Katolik çevrelerde "felsefenin tüm özel alanlarının bağlı bulunduğu son temeli gösteren ana bilim" (Lotz) olarak görülmektedir. Ana bilim olarak metafizik, tüm Ortaçağ boyunca açınlamacı teolojiden destek görmüştü. Ne var ki; Yeniçağda ana bilimin bilgi kuramı olmasıyla, metafizik bu özelliğini yitirmiştir.
Metafiziğin savlan hiçbir zaman tartışmasız kabul gören savlar olmamışlardır. Daha İlkçağda bu savlar sofistler, nihilistler ve septiklerce yadsınmıştır. Ama şurası da dikkate değerdir ki, metafiziğe karşı takınılan her tavır, bizzat belirli bir metafıziğe bağlı olmuş ve her zaman öteki türden tasarımlara dayatılmıştır. Öyle ki, tüm yadsımalara ve hakkında çıkarılan tüm ölüm ilânlarına rağmen, metafizik, küller arasından sıyrılıp yeniden canlanan bir Anka kuşu gibi daima üste çıkmayı bilmiştir. Yeniçağ, Galilei ve Descartes'la birlikte, Aristoteles metafiziğine karşı yeni bir matematik ve bağlı olarak da yeni bir matematiksel doğabilimine yer açmak için girişilen saldırılara başlamıştır. Ama ne var ki, hemen ardından, teolojiden ya tamamen bağımsız, ya da kısmen teolojik olan yeni metafizikler ortaya çıkmıştır. Yani, Descartes'ın, Spinoza’nın, Leibniz ve Wolff un metafizikleri ortalığı kaplamıştır. Bu metafiziklerde açınlama yerine akla başvurulmuş, bir dedüktif sisteme dayanılarak evrenin yapısı, more geometrico tarzında kavranmak istenmiştir. Bu metafızikler, özellikle Lockeve Hume gibi empiristlerce hemen yadsınmışlardır. Çünkü empiristlere göre, tüm bilgimiz deneyden çıkar ve akıl kendi başına evren hakkında hiçbir bilgi oluşturamaz. Bu saldırılar en yüksek noktasına Kant'ın Salt Aklin Eleştirisi'nde bulur. Kritik ilke, görüden yoksun kavramların boş olduğunâ dayanır ki, bu Leibniz-Wolff metafiziğine karşı yöneltilmiş bir ilkedir ve aynı zamanda geleneksel metafiziğin her üç bölümünü de . kapsar; yani rasyonel ontolojiyi, teolojiyi ve psikolojiyi. Özellikle de, bu geleneksel metafiziğin, aklın tek başına duyu verileri olmaksızın nesneleri oldukları gibi bilebileceği kabulünü karşısına alır. Ama Kant, böyle yapmakla, metafıziği hiç de alıp bir yana atmaz. Tersine o, bir bilim olarak kabul edilebilecek yeni bir metafıziğin temellerini atmaya çalışır. Ne var ki, bu saldırılardan hemen sonra metafızik, hiç de bir bilim olarak karşımıza çıkmaz. Tersine, özellikle Kant'tan sonra o, bir diyalektik spekülasyona dönüşür. Burada artık mutlak, objeler çokluğu içinde değil de, süjenin kendi içinde, Ben'de (Fichte), süje ve objenin özdeşliğinde (Scheling) ve tinde (Hegel) aranır. Bu gelişim, Hegelci diyalektikte en güçlü biçimde doruğuna ulaşır.
Günümüzün Hegelcileri, Marksistleri, yeni-ontolojistleri (N. Hartmann) ve varoluşçu filozofları hep bu doruğun gölgesinde çalışırlar. Hegelci sistemin, evrenin rasyonel olarak bilinebileceği savı, bilim adamlarının ve pozitivistlerin güçlü bir muhalefetiyle karşılaşmıştır. A. Comte, metafiziği insanlığın geride bıraktığı bir aşama olarak göstermiş ve onun yerini pozitif bilimin aldığını söylemiştir. Ne var ki, hemen bunun da ardından, metafiziğin, bu kez matematiği değil de biyolojiyi örnek alan indüktif bilimlere sokulmuş olduğunu görürüz. Örneğin, H.Spencer'in evrim felsefesi, H. Bergson’un yaratımcı evrimciliği, S. Alexander in, AN. Whitehead’ın kuramlan gibi. Öbür yandan, pozitivistlerin metafiziği tümünden protesto ettiklerini görüyoruz; ama bir de bakıyoruz ki, onlar da dilsel, semantik ve mantıksal bazı inançlara dayanmışlar. Onlara göre, tüm anlamlı önermeler ya empirik saptamaları dile getiren ya da mantık.ve matematikte olduğu gibi analitik olan önermelerdir ve bu iki sınıfa giremediklerinden metafiziksel önermeler anlamsızdır.
Ara
Cevapla
Firari Fırtına
#2
SONUÇ: BİR ANTİNOMİ

Böylece, bugün kendimizi bir antinomi(çelişik iki önermenin oluşturduğu dizge) karşısında buluyoruz. Bazıları (çeşitli empirist ve pozitivist okul yandaşları ve septikler) şunu savunuyorlar: Metafizik olanaksızdır. Bazıları ise (ontologlar, Thomistler ve varoluşçu filozoflar) şu karşıt tezdeler: Metafizik gereklidir.
Birincilere göre metafizik olanaksızdır; çünkü o ne bilimlerden ve onların ilkelerinden ne de deney ya da dil mantığından bir şey yansıtmaktadır. İkinciler ıse, metafıziğin gerekli olduğunu, çünkü metafizik olmadan deney hakkında kapsayıcı bir yorum ve insanın kuramsal ve pratik etkinliği üzerine bütüncül bir yönelmenin olanaksızlaşacağını ileri sürüyorlar.
Her iki grubun da tezlerini kanıtlamak için başvurdukları tüm yollar ise yanıltıcıdır. Çünkü, bu tezlerin tümü de belli kabullere bağlıdır. Örneğin birinciler, ya bilimin kayıtsız şartsız geçerliliği inancına. ya deneyin bilginin tek kaynağı olduğu inancına, ya da dilin mantığının geçerliliği inancına bağlıdırlar. Ama tüm toptancı yadsımalarda bile metafiziğin her zaman yeniden ortaya çıktığı olgusuna burada da rastlanır. Çünkü birincilerde, bilimin hem içinde hem de dışında kalan sorunlardan sözedilmektedir. Bizzat bir pozitivist, şu sorulardan kaçamaz: Atomlar, elektronlar acaba gerçek şeyler midir, yoksa onlar birer fiksiyondan mı ibarettirler? Özellikle modern fizik kuramları acaba gerçeklikten mi sözetmektedirler? Tin ve ben özdeş midirler, yoksa farklı mı? Bunlar arasında nasıl bir bağlantı vardır? Bunun gibi, tüm bilimlerde, bilimlerin kapasitelerini aşan problemler olduğundan, bu problemlerin koordine edilmesi ve bütüncül bir tarzda ele alınması gereği vardır. Ama bu iş nasıl yapılacaktır? Antinominin çözümü, tezler (metafizik olanaksızdır) kadar antitezlerin (metafızik gereklidir) de bu genel form içinde yanlış olduklarını saptamakta yatıyor. Metafizik değil, onun sadece belli formları olanaksızdır. Bunun gibi, bugün artık tümüyle metafızik değil de, onun formlarından biri gereklidir. Tüm sorun bu konuda doğru seçimi yapabilmektedir.
Ara
Cevapla
Firari Fırtına
#3
[b]OLANAKSIZLIK PRENSİPLERİ

Metafiziği ilk felsefe olarak yeniden konumlayabilir miyiz? Aristoteles için ilk felsefe, tüm bilimlerin temelinde yatan ilk neden ve ilk aksiyomların, ilk töz ve ilk hareket ettiricinin bilimidir. Husserl, bu biçimiyle olmasa da, transendal bir fenomenoloji olarak, yeni prensipler, evren ve insan hakkında bilinçte kurgulanan bir bilme (wissen) olarak metafıziğin ilk felsefe şeklinde yeniden konumlanabileceğine inanmıştı. Onun 1923/24 yıllarındaki konferanslarının kısa bir özetinin "ilk felsefe" başlığı ile yayımlanmış olması ilgi çekicidir. Kuşkusuz burada Husserl'in denemesi değil, bir ilk felsefenin olabilirliği hakkındaki genel tezler söz konusudur. Aristoteles'in zamanında felsefenin bilimle özdeş olduğu ve bilim sisteminin çok küçük ve gelişmemiş bulunduğu açıktır. Bu yüzden, o zamanlar tek boyutlu bir bilim sistemine ve bu sistem içinde ilk ve önde gelen bir bilim olduğuna inanılabilirdi. Yani her türlü hareketi yönlendiren bir ilk hareket ettiricinin bulunduğunu ve bunun tüm tözler hiyerarşisi içinde ilk töz olarak en yüksekte olduğunu söyleyen bir bilimden söz- edilebilirdi.
Günümüzde ortaya çıkan alternatif geometriler, matematikler ve bilimler, aksiyom ve prensipleri formüle eden ve tüm bilimlerin temelinde yatan böyle bir ilk-bilim inancını artık hiç de dikkate almıyorlar. Formel ve materyal tüm prensipleri içeren böyle bir bilim yoktur. Bizzat mantık, artık bu anlamda formel temel bilim olarak bile kabul görmüyor. Çünkü bizzat formel temel bilimler olarak bir alternatif mantıklar çokluğu karşısındayız. Çünkü artık Aristoteles'in metafiziğinde tüm bilimlerin ve tümüyle varlığın dayandığı aksiyomlara baş örnek oluşturan çelişmezlik ve üçüncü halin olmazlığı ilkelerinin ne varlık prensipleri ve ne de tüm bilimlerin zorunlu olarak dayanmaları gereken temeller olduğu bilinmektedir. Tek bovutlu bilim sistemleri ve felsefeler çağı artık geride kalmıştır. Doğaldır ki, bazı bilimler ve bazı felsefi disiplinler ötekilere göre daha fundamentaldirler; ama bu, tüm ötekilerin kendisine dayandığı en fundamental bir bilim ya da felsefi disiplinin mevcut olduğu anlamına gelmez. Bilimde olduğu gibi, felsefede de, aynı zamanda çeşitli istikametlerde yol alan ve çeşitli yönlerden birbirlerine geçişli olan çok yönlü bağımlılıklarının yine çok boyutlu sistemleri söz konusudur. Doğaldır ki, bugün de herhangi bir kimse, "tüm kuramları çevreleyen evrensel bir bilim öğretisi" olarak bir ilk felsefenin mevcudiyetine inanabilir. Ama böyle bir savın tüm felsefı disiplinler ve bilimlerin temel konumu içinde kanıtlanma zorunluluğu vardır ki, böyle bir denemeye kalkışmak boşunadır. Fiziği atalet postulatı (postulates of impotence, Sir Edmund Whittaker) üzerinde temellendirmek olanaklıdır (örneğin buna göre bir perpetuum mobile-sürekli hareketlilik-olanaksızdır). Aynı şey , metafizik için de uygulanabilir. Buna göre, bir metafizik için ilk prensip şudur Bir ilk felsefe olanaksızdır.
Ama acaba metafiziği ontoloji olarak yeniden konumlamak olanaklı değil midir? Bazıları buna olumlu yanıt veriyor ve yeni bir eleştirel ontolojiden sözediyorlar (N. Hartmann). Bazıları ise bunu yadsıyorlar (Marcel, R.G. Collingwood). Aristoteles, varolan olarak varlığın bir bilimi olması gerektiğine ve özniteliklerden (attribut) kalkılarak buna ulaşılabileceğine inanıyordu. Burada yatan kabul şuydu: Varlık, varolan herşeyin kendisinden pay aldığı en genel ve en kapsayıcı kavramdır. Varlık kavramının böyle değerlendirilmiş olması, dayanağını, tüm önermelerin "A, B'dir" formu içinde dile getirildiği o zamanların egemen mantığı, yani özne-yüklem mantığı içinde buluyordu. Ama oluş da varlık gibi herşeyi kapsayan bir şey olarak görülemez mi? Oluşmayan ya da herhangi bir zamanda değişmeyen bir şey olabilir mi? Herşey değişiyorsa, neden evrensel bir oluş öğretisi olmasın? Çoğu varlıksal ifadeler oluşsal ifadelere çevrilemez mi? Bunun gibi, ontolojide,dile ait özelliklerin varlığa ait özelliklermiş gibi ifade edilmesi gibi bir tehlike yok mudur?
Ontolojiye karşı en keskin itirazlar, onun 2000 yıldan beri hiç bir ilerleme kaydetmediği ve tersine bir kaç belirgin ayırım dışında tümüyle verimsiz kaldığı ile ilgilidir. Burada-olma (Dasein) ile öyle-olmayı (Sosein) ayırmak gereklidir; ama real ve ideal varlık, varlık modlan, real gerçeklik, real olanak ve real zorunluluk gibi varoluşsal ifadelere başvurulursa, dil ve kavram eleştirisine başvurulmaksızın, salt bir dogmatizm içinde kalınmış olur. İşte ikinci olanaksızlık prensibi burada ortaya çıkıyor felsefenin ve bilim sistemlerinin fundamental bilimi olarak bir ontoloji kurmak olanaksızdır. Doğaldır ki bu, ontolojik araştırmaların Aristotelesçi ve Skolastik gelenek içinde hiçbir ilerleme sağlayamayacağı anlamına da gelmez. Ama bundan şunu anlamak gerekir ki, bu geleneksel ontoloji, çağımızın yeni bir metafiziğe duyduğu gereksinime yanıt veremez. Zaten bu nokta, ontoloji okulunun el kitaplarında bile, Örneğin C. Fricks'in "Ontologia sine Metaphysica Generalis" (1921)'inde de onaylanmaktadır.
Son olarak, metafiziğin teoloji olarak yeniden konumlanması düşüncesi, bugün artık hiç kimse tarafından ciddiye alınmıyor. Çünkü teoloji, artık çok uzun zamandan beri bir özel disiplin olmuştur. Ama tüm bu duruma bakarak yine soralım: Metafizik nedir? E. Becher 1925'de bu soruya şöyle yanıt vermişti: "Gerçekliğin genel görünümüne yönelen real bilim". Bu yanıt bize göre geçersizdir. Bilimler zorunlu olarak özel bilimlerdir; tümgerçekliğin bilimi, sonlu bir kavrayış yetisine sahip olan bizim anlığımıza verilmemiştir. Metafiziği bir bilim olarak konumlama çabası, Aristoteles'ten beri Husserl'e kadar, başvurulan tüm denemelerin sonuçsuz kaldığını göstermiştir. Ama bu arada metafiziği bilimselleştirme çabası, kavram ve yöntemlerin daha sağın biçimde ele alınması etkinliğine katkılarda bulunmuştur.
Üçüncü olanaksızlık prensibi, yani, metafiziğin a priori / dedüktif bilim olarak olanaksız olduğu prensibi bugün artık çok genel.bir uzlaşımla kabul edilmektedir. Aristoteles'ten Hegel'e kadar metafizikçiler, gerçeklik hakkında a priori bir bilgi elde edilebileceğine inanmışlardır ki, bu olanaksızdır. A priori olan analitik önermelerden gerçeklikle ilgili yeni bir bilgi türetilemez ve sentetik(bireşimsel) önermeleri a priori olarak kullanamayız. Öyle ki, önceden bir duyu verisi olmaksızın gerçeklik hakkında hiçbir bilgi üretemeyiz. Amâ Spinoza'nın mantıksal dedüksiyonu ve Hegel'in diyalektik kurguculuğu yerine Husserl'in a priorisel kurguculuğu konmakla, transendental fenomenoloji alanına geçilmiş oluyorsa da, bizzat Husserl'in objektif birliği bilinçten kalkarak kurguladığını söyleyen a priori/kurgucu biliminin, kendinin bir metafizik olmadığını kanıtlaması gerekir. A priori metafizikler çağı, yani dedüktif/kurgucu metafizikler dönemi geride kalmıştır. "Felsefe tarihine yönelen bir eleştiri, apodiktik(zorunlu) anlamda bir metafiziğin a priori olarak öldüğünü ve tekrar canlanamayacağını tartışmasız göstermektedir". Eduard von Hartmann'ın "Metafızik Tarihi"nde vardığı bu sonuç bugün için de geçerlidir ve kuşkusuz Husserl'in denemesini de içermektedir. N. Hartmann, Lotze, Spencer ve ötekilerin denediği gibi, metafiziğe bir indüktif bilim olarak a posteriori yoldan ulaşabilir miyiz? Empirik dayanaktan vazgeçilemez, ama indüktif bilimin kavramları ve indüksiyonun bizzat kendisi öylesine sorunlar içermektedir ki, önce bunların yeterince aydınlatılması gereği ' vardır. Her zaman söylendiği gibi, indüktif bilimlerin yardımıyla elde edilen şey, olasılı önermelerden başka bir şey değildir. Bu nedenle, her- hangi bir metafizikte ulaşılabilecek en iyi sonuç, hipotetik (ama apodiktik değil) bir zorunluluktur. Yani belirli hipotetik kabullere dayanarak, bu kabullerden zorunlu olarak çıkan sonuçlara varmak. Bu kabuller geçicidir ve düzeltilebilir; çünkü onlar inançla ilgilidirler.
[/b]
Ara
Cevapla
Firari Fırtına
#4
[b]METAFİZİKSEL İNANÇ

İnanca bağlı metafiziksel kabuller, tüm gerçeklikle ilgili olmak gibi bir özellik taşırlar. Bu türlü kabullerin başlıcaları şunlardır:
1.Maddi/materyal ya da tinsel olsun, herşeyin temelinde yatan bır gerçeklik vardır.
2. Bu temel töz ya monistik (Spinoza) ya dualistik (Descartes) ya da pluralistik (Leibniz) dir
3.Artık parçalanamaz olan temel elemanlar - atom- vardır ki, bunların birbirine bağlanmasıyla nitelikler ve cisimlerin görülenemez çokluğu oluşur
4.Temelde herşey birdir; çokluk kaba bir görüntüdür ve bu nedenle bir olan'a döner
5.Tüm varolanların bağlı olduğu tek bir gelişim vardır
6.Tin mutlaktır ve herşey yaratıcısıdır
7. Evren ya belli bir anda yaratılmıştır ya da sonsuzdur
8.Tanrıdan maddeye doğru inen hiyerarşik bir düzen vardır,
9.Bir üst-evren, idelerin görülenemez gerçek evreni vardır, görülenen evren, bu idelerin kaba gölgeleridir, son olan şey bu nedenle sadece ilk olan şeye dayanılarak anlaşılabilir.
Bu kabullerin mutlak zorunluluk ve sonsuz doğruluk önermeleri olarak ortaya atılmış olmaları, onların inançsal özellikte önermeler olmalarını asla değiştirmez. Buna rağmen, onların belirli bir işlevleri olduğunu, sorunu ortaya koyma biçimimizi değiştirdiğimizde görebiliriz.
[/b]
Ara
Cevapla
Firari Fırtına
#5
[b]METAFİZİKÇİNİN İŞLEVİ

Metafizik nedir! diye sormak yerine biz, metafizikçi ve onun işlevi nedir? diye soruyoruz. Soruyu böyle koymak, haklılığını, metafizikçinin yaşayan bir gerçeklik, metafiziğin ise bir soyutlama olmasında bulur. Bir çok metafizikçi vardır, ama bir metafızik yoktur. Metafizikçiler, insan toplumu içinde merkezcil bir işleve sahiptirler. Onlar, birleştiren, derleyen, bireştiren, belli bir çağın tüm bilgi ve deneyim dağarcığını topluca yorumlayan kişilerdir. Onlar, varlığın, anlamların, bilginin, değerlerin ya da yöntemlerin birliğine yönelebilirler. Onlar, öbür insanlarla aynı dünyada yaşarlar, ama onlar başka türden dürtülerle yanıtlar verirler. Onlar, kesinlikle söyleyelim ki; daha fazlasını görürler, yani ötekileri çekip çeviren birleştirici eğilimleri gözlerler. Onlar bütüne yeni bir gözle bakarlar ve bu bütünü alışılmadık bakış noktalarından görürler. Öbür yandan onlar, kavrayışları dışında kalan tek tek şeyler üzerinde fazla durmayıp bunları gözardı ederler. Onların işi görüsel ve kavramsal tasarımlar koordinat sistemleri ve kavramsal şemalar yapmaktır. Bunlarla insan yaşamının ve varoluşunun yeni anlam bağlantılarını ortaya koyma olanağı doğar. Dinin insanların üzerindeki gücünü giderek yitirdiği ve insan yaşamının anlamsızlaşır göründüğü bizim zamanımız gibi zamanlarda, metafizikçi olumlu bir işlev üstlenebilir. Onun görevi, varlık, anlam ve değer koyma edimlerini birleştirmektir. O, varlığa ve önemli olana geçebilmek için, görüntüyü ve önemsiz olanı bir yana koyup; varlığı parçalara böler. O değerleri yeniden tartar, saptar ve belki yeni değerler koyar. O, bizim dışımızdaki varlığı ve değerleri, içsel varlığımız ve içsel değerlerimizi işe katmadan değerlendirip değerlendiremeyeceğimizi sorar. O, bununla, aynı zamanda elimize amaçlar tutuşturur. Ama bu amaçlar dünyayı dışsal bir devrimle değiştirmek için değil, düşünce tarzımızı değiştirmek için gerekli olan bir devrimi, yani insan dünvasında bir değişikliği olanaklı kılmayı sağlarlar.
Doğaldır ki, bunları belirtmekten amaç, çağımız için yeni bir metafizik ortaya atmak değil, tersine, herhangi bir metafiziğin göz önünde tutması gereken eleştirel yönelimleri, bu yönelimlerin işlevlerini ve bu işlevlerin bir genel tanı için ne ifade edeceğini görmektir. Daha Descartes, kurallarla aksiyom ve prensipleri birbirlerinden açıkça ayırır. Kurallar, metafiziğin temelinde olması gereken şeylerdir. Onun kendine özgü kuralları (açıklık ve seçiklik, analiz, düzen, yetkinlik, v.b.) tartışma konusu yapılmazlar. Onların gücü, matematiksel çalışmadan çıkmış olmaları ve bu nedenle bilimsel araştırma için taşıdıkları önemden gelir. Ama aynı anda yine bu nedenle onların ne denli güçsüz oldukları da ortaya çıkar. Çünkü metafiziksel bir düşünce bilimsel düşünce değildir ve analitik yoldan dedüktif olarak öngelemez. Descartes, görüde ve düşüncede açık ve seçik olarak verilmiş olandan başka hiç birşeyin bilinemeyeceğini haklı bir kural olarak koyar, ama buradan haksiz bir dogmatik aksiyom türeterek, felsefi ve bilimsel düşünce arasında yapma bir özdeşlik kurar: "Benim açık seçik bildiğim şey doğrudur." Kurallar dedüktif metafiziksel kurgular için değil, tersine metafiziksel araştırmalar için bugün de gereklidir. Bu kurallar şöylece formüle edilebilir.
[/b]
Ara
Cevapla
Firari Fırtına
#6
[b]KURALLAR

1. Kendini tek-konumluluk önyargısından kurtar! Belli bir soyut sözcüğün (doğruluk, romantizm) tek bir töze uyması gerektiğine inanma! Herşeyi kapsayıcı biçimde görebileceğin bir özgörü (vizyonsenschau) yoktur. Ama bu seni karşıt bir noktaya sürükleyip şu hataya da düşürmesin: Çok derinlerde önceden konulmuş bir oyun olduğu ve bu oyunun bilinen yanlarının bize çift anlamlılık ve alacakaranlık içinde açık olduğunu sanma! Önceden konulmuş böyle bir oyun yoktur.
2. Yalıtım (Isolation) önyargısından sakın! Ne Platon'dan beri rasyonalistlerin kabul ettiği gibi özel bir varoluşa sahip tümeller (Universeller) vardır; ne de nominalist ve empiristlerin inandığı gibi sadece tek tek şeylerin varlığı söz konusudur. Genel ve tekil, sadece çok yönlü bağımlılıklar içinde ortaya çıkan anlam ve varlıklara sahiptirler.
3. Yalınlık önyargısından sakın! Bize basit görünen şey, çoğu kez, oldukça karmaşıktır. Bu nedenle, biz karmaşık şeyleri (problemleri, yargılan) basite parçalayabiliriz; ama buradan en basit öğeye kadar gidebileceğimiz sanılmamalıdır. Fiziğin atomları da, Locke ve izleyicilerinin insan düşüncesinin kendilerinden oluştuğuna inandıkları "basit ideler" de, aslında son derece karmaşıktırlar.
4. Sözde-özdeşleştirme önyargısından sakın! Olgularda değişik olan şeyi özdeş görme! Benzerlik ya da analojiyi özdeşlikle karıştırma! Madde=yer kaplama (Descartes), felsefe=tarih (Croce), mantık=matematik (Russell), düşünce=dil (dil çözümlemecileri) gibi eşitliklerin verimli ve öğretici oldukları doğru olsa da, bu gibi eşitliklerin yanılgı içerdiklerini unutma!
5. Mutlaklık ve genelgeçerlik savlarını bir yana at! Evrenin yapısı üzerine a priori zorunluluk taşıyan önermeler konumlayabileceğine inanma! Böyle bir şey olsa olsa, tanrısal sezgiye sahip bir kavrayışa nasip olâbilirdi, sonlu insan kavrayışına değil! Söyleyeceğin herşey geçicidir ve gelecekteki deneylerce düzeltilir ve bilginin ilerlemesiyle değişir.
6. Her defasında şunu göz önünde tut ki, sen sadece tek bir açıdan hareket edebilirsin, oysa mutlaka başka seçenekler de vardır!
7. Temelinden kavranılmaz olan bir şeyi, örneğin ölümü, ölümün mutlak anlamını anlayabileceğini sakın kafanda kurma! Çünkü böyle bir şey yoktur. Anlayabileceğinin sınırlan içinde kal ve kavranamaz olanı uysalca kabul et!


8. Herşeyden önce de, bilmediğin şeyi bildiğini savunma ve fantastik, romantik ya da tümüyle anlamsız düşlere kapılma!
9. Kendi metafıziğinin ilk felsefe ya da temel (ana) bilim olduğunu, sanma; tersine, aynı savı güden öteki üç disiplini, yani; mantığı, bilgi kuramını ve felsefı antropolojiyi düşün! Metafizikle birlikte bu dört disiplin göreli bir bağımsızlık içinde olmalıdırlar ve buna karşılık aralarında çok yönlü bir ilişki bulunmalıdır. Bugün fılozofun görevini her zamankinden daha güç kıları nokta da budur.
[/b]
Ara
Cevapla
Firari Fırtına
#7
[b]ÇOK DEÄžERLİ METAFİZİK

Bu kuralları ve bu arada bilimlerin ve felsefenin durumunu kısaca kuşbakışı görmekle, çok değerli bir metafizik fıkrinin (ide) zamanımız için gerekliliği ortaya çıkmış oluyor. Bu öncelikle şu demektir ki, bir ve tek bir metafizik, tek doğrunun kendisinde olduğunu söyleyen bir metafızik değil; bir çok metafızikler vardır. Çok konumlu olmak metafıziğin doğası gereğidir. "Sadece tüm insanlar bir araya geldiklerinde doğayı tanırlar; sadece tüm insanlar bir arada iken hayat yaşanır." Goethe'nin bu sözü burada da geçerlidir. Böylece, metafizik tarihi de yanılgıların ortaya atılabildiği bir alan olarak değil, tersine, alternatif durumda ve birbirlerini karşılıklı olarak sınırlayan yorumların deneylenmesi olarak anlaşılmak zorundadır. Tek tek sistemler parça parça doğruluk içerirler. Ama bu parça parça doğrular, Hegel'in yaptığı gibi hiç de diyalektik doğruluğun halkaları olarak birbirlerine bağlanmak zorunda değildirler. Biz, olabilirliğe sahip alternatif metafiziklerin bir sistemine ulaşabilirsek sevinmeliyiz.
Bu yeni konumlamanın önemini tartabilmek için, bizim "Bilgi Kuramı" başlıklı yazımııda tek, iki ve çok değerli bilgi kuramları arasında yaptığımız ayırıma bakılabilir . Orada, tek, iki ve çok sayıda doğruluk değerlerinden sözedilmiştir. Buna uygun olarak, tek, iki ya da çok sayıda varlık değerlerine sahip, tek, iki ya da çok değerli metafıziklerden sözedilebilir. Tek değerli sistemler monistiktir, onlar bir varlığa inanırlar ve herşeyi tek bir ilke ya da töze dayandırmayı denerler. Sokrates öncesi fılozoflar, herşeyi bir tek tözden, su (Thales), hava (Anaximenes), ateş ya da "belirsiz", "sınırsız " (Anaximandros)dan türetirler. Tek değerli metafizikler ya sadece maddesel tözden (materyalistler) ya da sadece tinsel tözden (idealistler, Platon, Berkeley, Fichte, Hegel) ya da sadece özniteliklerinden ancak düşünme ve yer kaplamayı bildiğimiz mutlak bir tözden (Spinoza) çıkarlar.
İki değerli metafizikler dualisttirler, onlar ya iki töz kabul ederler (Descartes: düşünen ve yer kaplayan töz) ya da iki evren, yani görülür (mundus senbilis, görüngü ya da görüntüler evreni) ve görülenemez (mundus intelligibilis, sadece anlığa açık intellektüel evren ki, çoğu kez bundan Platon'un ideler devleti anlaşılır) evrenler. Buna karşılık çok değerli metafizikler pluralisttir. Ama bu, bizim geleneksel anlamda pluralist bir metafizikten, örneğin Leibniz'in monadlar çokluğuna dayalı monadolojisinden söz ettiğimiz anlamına da gelmiyor. Tam karşıtı, burada prensip olarak yeni bir adım atmak gerekiyor ve kuşkusuz ki, bir VARLIK, bir DEÄžER, bir ANLAM arama konusundaki verimsiz denemelere ve bir EVREN inancına karşı olumsuz bir tavır takınılıyor. Ama öbür yandan, olumlu olarak da, kavranamaz büyüklükler, astronominin ele aldığı varlığın sonsuz tarzlarına ve herşeyden önce de bu varlığın, bu evrenin ve bu insanların bütünlüğüne yönelmiş yorumların sınırlılığına doğru kapılar ardına kadar açılmış olmaktadır. Öyle ki, insan, kendi gerçek ve olabilir evrenlerini yeniden yorumlamak zorundadır.
Özel bilimsel kalkış noktasından hareket edildiğinde metafızik olanaksızdır. O asla bir bilim olamaz. Onu bir bilim yapma yolundaki (Aristoteles'ten Kant'a ve Husserl'e kadarki) tüm çabalar sonuçsuz kalmıştır ve sonuçsuz kalmak zorundadır. Bu yüzden, bir çok bilim adamının kendi kalkış noktalarından hareketle metafıziği yadsımaları anlaşılabilir bir şeydir. Ama ne var ki, bu bilim adamları çoğu kez, kendi özel alanlarında metafiziksel, yani kendi bilimlerinin sınırlarını aşan sorunlar bulunduğunu ve kendilerinin bizzat bilinçli ya da bilinçsiz metafiziksel kabullere bağlı olduklarını unuturlar. Kuşkusuz metafizik asla "kesin bilim" olamayacaksa da, o daima insan tininin bir macera ve atılımı olarak ilgi çekici kalacaktır.
Çok değerlilik doğal olarak çok konumluluğu içerir. Çok konumluluk, bize göre tam da yaratılıştaki gizdir. Geçmişte kalan metafiziklerin varlık, evren, insan, anlam ve değerleri tek konuma dayandırması yanıltıcı olmuştur. İnsan potansiyel olarak çok konumludur ve bu, o ne kadar yaşıyorsa o kadar konuma sahip olması demektir. Amiel'in dediği gibi, "herşeyin tohumu kalptedir ve büyük kahramanlıklar gibi ,büyük suçluluklar da bize ait modifikasyonlardır". Bu potansiyalite Homeros, Sophokles, Dante, Shakespeare ve Goethe gibi büyük şairler tarafından yaşama geçirilir. Tinin zenginliğini yapan da budur. Ama bunun dışında bizler edimsel olarak tarihsel bir çok konumluluktan da pay alırız. Gökyüzünden düşmedik; tersine, belirli bir yaşamsal ilişkiler zincirinin ürünleriyiz. İçimizde çeşitli modifikasyonlar taşırız. Benliğimizin en derin yerinde herşeyin birbirine geçtiği bir şey yaşar. Kuşkusuz bundan bir ruhsal hareket anlaşılmamalıdır. Bizler sanki önceki varoluşumuzu anımsar gibiyizdir, tıpkı Buda gibi. Ama bizim yapıp-etmelerimiz kendi doğuştanlığımızın conditio sine qua etkisindedir ve doğuştan sahip olduğumuz bu şeyler giz dolu bir tarzda içimizde yaşarlar ve bizi bilinçsizce belirlerler. Öbür yandan, bizler, geleceğin özünün tohumunu da içimizde taşırız. İnsan, bir çok yaşamı tek bir yaşam içinde içsel olarak yaşayan en zengin varlık olduğu gibi, kendi içinde güçlere parçalanan ve bu güçlerin birbiriyle çatıştığı en yoksul varlıktır da.
Tanrının çok konumlu olması, onun tek olmaması demek değildir. Tersine o tek olarak şekilsizdir ve bu yüzden bir çok şekil ve iz içinde açımlanabilir: Bu nedenle bizler, kendi tanrı tasarımımızı tek doğru tasarım olduğunu ve bizim tanrımızın tek doğru-tanrı olduğunu savlayamayız. Bunun gibi, evren de tek konumlu değildir; tersine o, pek çok konum içinde kendini dışa vurur. Biz, astronominin bize gösterdiği evreni kendi dünyamızın ölçüleriyle nasıl ölçebiliriz? Yıldızlar ve nebulalar çeşitli küme duvumları (aggregat) içindedirler. Yani, evren aynı zamanda "çok yönlü algılanabilir" bir şeydir, o prensip olarak çok sayıda yoruma açıktır ve tek bir prensibe geri götürülemez. Bizim onun hakkında söyleyebileceğimiz şey, sübjektif ögelerle (betimler, işaretler, semboller, algılar, kavramlar) objektif veriilerin birlikte oynadıkları bir oyun üzerine söylenmiş sözlerdir. Çünkü, objektif veriler sübjektif olanı asla ortadan kaldıramazlar. Bu yüzdendir ki, objektif veriler zorunlu olarak çok yönlü bir sübjektif yorum içinde bize taşınırlar. Eskiler, evrenin çok yönlü olduğunu ve hiyerarşik bir derecelenme içinde bulunduğunu savlarlardı. Bu derecelenme maddeden tanrıya doğrudur. Ama Aristoteles'ten N. Hartmann'a kadar filozofların yapılabileceğine inandıkları böyle bir tablonun betimlemiş olduğu şey, çoğu kez, naif ve antropomorf kalmıştır ve karmaşık gerçeklik böyle basit bir tablo içinde tanınmak istenmiştir. Buna göre, metafiziğin göreli, real evrenin içinde kurulduğu bu dört yüzlü tabloyu betimlemek sayılmıştır, yani anorganik ve organik doğa ve psişik ve tinsel alanlar sıralanmış ve onların kategoryal yapısı ve dayandıkları ontolojik yasalar araştırılmıştır. (N. Hartmann). Burada, anorganik ve organik doğa ile psişik ve tinsel alanlar arasındaki sınırlar birbirlerine geçmiştir. Kuşkusuz böyle bir ontolojik tablo yapılabilir. Ama unutulmamalı ki, bizzat Hartmann için bile böyle bir tablo, derin bir anlayışı gerektiren varlık hakkında ancak bir şemadır.
[/b]
Ara
Cevapla
Firari Fırtına
#8
[b]ÇOK YÖNLÜ BAÄžIMLILIKLAR

Çok değerli bir metafizik, sık sık yapılagelmiş olduğu gibi, herşeyi tanrıya, evrene ya da insana indirgemek isteyen bir deneme olmayacaktır. Gerçi o da, tanrı, evren ve insandan yola çıkarak işe başlar, ama bu üçünü birbirine indirgemez, bunları çok yönlü bir bağımlılık içinde ele alır. Şimdiye kadarki metafizikler, çoğu kez, ilişkilerin tek değerliliği prensibi üzerinde inşa edilmişlerdir. Bu inşa biçimi teolojik ise, tanrı ilk nedendir ve doğa ve tarihte olup bitenler ona bağımlıdır. İnşa aklı öne alan bir inanca dayânıyorsa, varlık tek yanlı olarak düşünceye bağlı kılınır ve düşünce yasalarına göre biçimlenir. Son olarak insandan hareket edilmişse, bu kez, evren ve tanrı insani yeteneklerin, tasarımların bilinçli ya da bilinçsiz bir yorumunu içerir. İlişkilerdeki bu naif tek değerlilik ya da tek konumluluk inancı, ilişkiler mantığı alanında uzun süreden beri aşılmış olduğu gibi, metafızikte de aşılmak zorundadır. Geleceğin metafizikçisi için ilişkiler mantığıyla ilgilenmek kaçınılmaz bir ön koşul olmalıdır. Örneğin öncelikle bilgi kuramının, ama aynı zamanda metafıziğin de sahip çıktığı süje-obje ilişkisi yeni bir görünüm kazanmalıdır. Örneğin, eskiden bir bire-bir ilişkisi (one-one relation) - erkek: kadın - söz konu- suydu ve ya süje objeye, ya da obje süjeye bağımlı kabul ediliyordu. Ne var ki, aynı konuda bire-çok ilişkisi (one-many relation) - bir erkek: çok kadın -, ya da bir çoğa-çok ilişkisi (many-many relation) - çok erkek: çok kadın - konumlanabilir. Örneğin atom fıziğinde, bire- bir ilişkisi formunda ifadeler yapmanın olanaksızlığı ortaya çıkmıştır. Biz bir atomdan sözedemiyoruz; tersine, sadece atomların oluşturduğu gruplardan sözedebiliyoruz (Bak.: H. Margenau, Doğa Felsefesi). Ne var ki, çok değerli metafizik fikri (ide), böyle bir metafiziğin göreciliğe sürükleyeciliğine inanılırsa, tümüyla yanlış anlaşılmış olur. Böyle bir metafizik, varlığın, anlamların ve değerlerin çok konumluluğuna işaret etmekle yetinemez. Karşı yönden o, bu çok konumlulukla birlikte giden ve çeşitli yorumlamalar içinde yer alan ve değişmez kalan sabiteleri göstermeye çalışır. Tıpkı, çeşitli birey, grup, ulus ve ırklardaki değişik görünümlerine rağmen insan bedeninin antropoloji ve tıbbın formüle etmeye çalıştığı belli bir konumsal yasaya uyması gibi. Tıpkı, felsefi antropolojinin, insanın kültürel ve tinsel alanda hiçbir zaman kapsayıcı olarak ele alınamayacak bir çokluk içinde yaşamasına rağmen, bu alanın yasalarını bulmaya çalışmasında olduğu gibi. Böyle bir konumsal yasaya örnek olarak ben, varlığın-ister real isterse ideal olsun-genel yasası olarak, Çok yönlü bağımlılck temel prensibi adını veriyorum.
[/b]
Ara
Cevapla
Firari Fırtına
#9
GENEL VE ÖZEL

Geleneksel metafıziğin yanılgılı ve görünüşte sorunlarından bir darbe ile sıynlmış oluyoruz. artık, genel ve özeli, sadece birbirlerine yönelik anlam ve varoluş ilişkileri içinde ortaya çıkan şeyler olarak görebiliriz. Platon geneli yalıtmış. O, "biz tek bir. a~ila gösterdiğimiz nesneler çokluğu için, biricik bir ide koyma alışkanlığına sahibizdir" demişti. Örneğin biz "masa" adını masalar çokluğu için kullandığımızdan, bir "masa" idesinin olması gerekir. Böylece Platon hem tek anlamlılık, hem de yalıtma hatasına düşmüş oluyordu. Örneğin o, "adil" gibi bir deyimin de bir şeyin adı olması gerektiğine ve bu deyimin kullanıldığı her yerde mutlaka onun bir "ide"sinin ola- cağına inanıyordu. Bir masa, masa idesinden pay aldığı için vardır ve bir insan adalet idesinden pay alındığı için adildir. Kavramların tek anlamlı olması gerektiği postulatı, hiç de böyle olmadıklarının görülmesine rağmen savunabilmelidir. Çünkü, örneğin hukuksal, sos- yal ve ahlâksal bakımdan adalet kavramının tek anlamlı olarak konumlanmasında insanı ilgilendiren bir toplumsal amaç vardır. Ama varlığa ilişkin bir ifade söz konusu olduğunda, tek bir ide, ideal bir anlam birliği söz konusu olamaz. Çünkü Platoncu anlamda "adalet" diye bir özden sözedilirse, yani özgörü (Wesenschau) ile kavranan bir "adalet" idesinin varolduğu postulatına başvurulursa, böyle bir yalıtımcılık içinde, hiçbir varlığa işaret etmeyen herhangi bir şey de tasarlanabilir. Öyle ki Platon, yanlış yoldan yaratılmış idelerden somut cisimlere geri dönme yolunu ve son ve ilksel olandan "pay alma" tarzını araştırmakla, çözülmesi olanaksız güçlüklere de yol açmış oldu.
Genelin özeli dikkate almadan bu tarzda değerlendirilmiş olması, tüm rasyonalizm tarihinde izlenen bir yol olmuştur. Bu değerlendirme tarzı sadece metafızik ve bilgi kuramında değil, hatta ahlâk alanında da ulaşılabilecek son sonuçlarına kadar götürülmüştür. Kant'ın ahlâkı, bu konudaki en çarpıcı örnektir. Onun kategorik imperatifi şöyle der: "Öyle davran ki, eyleminin dayandığı ölçüt (maxime) genel bir yasanın ilkesi olsun". Böylece de, insanın eylemde bulunduğu ve özel olarak kendisince bir seçime dayanarak karar verebileceği somut durum dışta bırakılmış olıır. Doğaldır ki, burada da genel özelden koparılmış değildir. Buna karşılık nominalist ve empiristler, sadece özel ve bireysel olanı tanımayı denerler. Onlar, "varolan herşey, ister doğal isterse tinsel olsun, tikel ve bireyseldir" derler. Onlar haklıdırlar, ama sadece başka şeylerle de bütünlenmesi gereken tikel bir doğruluğu dile getirirler. Oysa, "kendi özellik ve bireyselliğine rağmen, ayıu zamanda bir sınıf ya da grubun üyesi olmayan hiçbir şey yoktur". Aynı zamanda bir grup, ya da sınıfa ait veya onlarca düzenlenebilir olmayan hiçbir tâş, bitki, hayvan ve bunun gibi, hiçbir renk, ton, beğeni duygusu yoktur. Empirik açıdan bakıldığında, geneli anlamakta büyük güçlük vardır; bu yüzden genel ya yadsınır, ya da doğruca adlarla ilgili genel kavramlardan (llatııs vocis) sözedilir. Rasyonalist ve empirist tutumlar arasındaki bu yapma güçlükleri aşabilmek için, genel ve özelin çok yönlü bağımlılığı prensibi bu nedenle büyük önem taşımaktadır. Bu prensip, tüm alanlar için konumlandığından ve tüm alanlar için temel sayıldığından bizzat metafizikseldir. Öyle ki, bizzat mantığın kendisi de bu ilkeden bağımsız değildir. Daima olduğu gibi, mantıkta genel ilkelere bağlı çıkarımlarla dedüktif yoldan tikel ve özele ve indüktif yolla da tikel olandan genele ulaşmak söz konusudur. Evrenin yalıtma yoluyla atomsal teklerden ve süreçlerden oluştuğu bir kez kabul edildi mi, bu kabule dayanılarak genelgeçer ilkelere nasıl ulaşılabileceğini görmek zordur. İndüksiyon sorunu çözülebilir bir sorun olmadığı gibi, bizzat dedüksiyon da kuşku götürür. Örneğin J.S. Mill, Aristoteles'in tasımcılığını bir kısır döngü olarak niteler. "Tüm insanlar ölümlüdür" önermesinden Sokrates'in de ölümlü olduğu çıkarıldığında, bu yanlış bir çıkarım olur; çünkü büyük öncülün kendisi indüktif yolla kazanılmıştır ve bu indüksiyonda Sokrates'in durumu içerilmemiştir. Ama Mill, burada genel ve özelin çok yönlü bağımlılığının geçerli olduğunu görememiştir. Sokrates sadece bir birey değildir, o aynı zamanda ölümlülük niteliğine sahip insan sınıfının bir üyesidir. Bu nedenle çıkarım kendi somut formu içinde şunu ifade etmektedir: "Tüm insanlar ölümlü ve Sokrates bir insan ise, Sokrates ölümlüdür". Doğaldır ki, mantık öylesine soyutlaşmıştır ki, matematikte olduğu gibi sembolik mantıkta da tikel ve bireysel olan tümüyle ortadan kalkmış gibi görünüyor. Ama bu sadece, genel ve özelin çok yönlü bağımlılığının çok.çeşitli formlara uyabileceği anlamına gelmektedir. Örneğin cebirde x, y ve z ile işlem yapılır ve bu işaretlerin gösterdiği her ilişki, somut objeleri, daha işlem öncesinde dışta bırakır. Ama bu, elde edilen sonuçların gerçeklik hakkında kullanılabilir olmadığı anlamına da gelmez.
Ara
Cevapla
Firari Fırtına
#10
[b]KENDİNE AİTLİK VE TEKRAR


Ama, yukarıdaki tartışmalar soyut bir düzeyde kalmıyorlar mı? Onların varlıkla ilişkisi nedir? Metafizik, önünde sonunda bir evren bilgisi olmak istemez mi? Sorun da buradadır. Bizim evrenimiz, genel ve özelin karşıtlığının temel bir rol üstlendiği bir yapı tarzına sahiptir. Empiristler buna karşılık olarak, sadece özel olanın yaşanıp deneylendiğini savunabilirler; ama onlar, içinde sadece özelin olduğu bir evrenin ne bilinebilir ne de egemen olunabilir bir evren olacağını tümüyle unuturlar. Evren, her karesinde yeni bir şey, yeni renkler, yeni sesler, tonlar, yeni görünümlerin çok çeşitli tarzlarda görüntülendiği bir film olsaydı, ne sağın anlamlı bir sözcük, ne de bir kavram kurma olanağı olurdu. Oysa durum hiç de böyle değildir. Evrende tekrar etme ve yenilik vardır. Kuşkusuz bu her ikisi de çeşitli biçimlerde birbirlerine dikkat çekici bir şekilde bağlanırlar ve karışırlar. Yenilik taşımayan hiçbir tekrar yoktur. Örneğin bir meşe ağacında, bitkilerin bağlı olduğu temel bir yasa tekrarlanır, ama bu ağaç özel ve bir defalık bir oluşum olarak, içinde bulunduğu çevrenin raslantısal koşullarına uygun bir gelişme de gösterir. Sadece öğelerin ve süreçlerin kesin bağlılıkları tekrar ettiğinden, bir genel kavram kurma ("meşe") ve yasalar koyma (örneğin Kepler'in gezegenlerle ilgili yasası) olanaklı olmaktadır. Tekrarın vuku bulma tarzı, genel kavram ve yasalarla formüle edilebilir. Örneğin bu süreç, meşe sözkonusu olduğunda, birbirine geçmiş süreçlerin bir araya toplanmasıyla ortaya çıkan öylesine karmaşık bir oluşumdur ki, bu konuda yetkin yasalara ulaşmak hiç de kolay değildir. "Tekrar etme (benzer şekilde ya da aynen tekrar etme)" ve "kendine aitlik (yeni ya da özel olanın kendine aitliği)" arasındaki karşıtlık , "genel" ve "özel" arasındaki karşıtlıkla çok sıkı bir biçimde bağlantılıdır. Bu problemler, uzay ve zamanla ilgili bakış açılarında olduğu gibi, aynı problemin iki yüzü gibidirler; ama bunlar daha çok, bizim yorumlarımız içindeki ideal zaman-uzay sistemi içinde görülmelidirler. Başka bir deyişle, bizler, genel-özel ve tekrar-kendine aitlik boyutlan içine sokamadığımız sürece, deneyimlerimiz üzerine hiçbir anlamlı yoruma ulaşamayız. Bilen (özne) olarak bizler, aslında genele ve tekrar edebilene yöneliriz; özel ve yeni olanda kavranamayan ve irrasyonel olan bir şey kalır daima.
Biz metafizikte, gerçekliğin temel özelliğini yakalamaya çalışırız. Kendimizin bulduğu farklılıkları, gerçeklikteki farklılıklar saymayı denemek, Parmenides'ten N. Hartmann'a kadar çok etkili olmuştur. Ama geneli Platoncuların yaptığı gibi varlık olarak kabul etmekle ne kazandık ki? Sözel varsayımlara dayalı ve bir dil eleştirisi önünde balon gibi sönüveren tezler üzerine sonuçsuz kalan, verimsiz ağız kavgalarından başka hiçbir şey. Biz artık kendi kategorilerimizin varlık kategorileri değil, tersine cum fundamento in re olarak yorum kategorileri olduklarını görmek ve kabul etmek zorundayız. Varlık kategorileri, metafizikçilerin savundukları gibi, ne algılanabilir türdendirler, ne de aklımızla, intellektüel bir görü ya da sezgisel bir anlayış yetisi ile bize açıktırlar. Onlar, gerçekten anlaşılmak isteniyorlarsa, algıya dayalı bir yorum içinde anlaşılamazlar. Onlar bizim doğa ve tarih içinde kazandığımız tüm deneyimlerin bir düzene sokulması için vazgeçilmez koşullardır. Metafizik, artık Aristoteles'ten beri arzu edilegelen şey, yani varolan olarak varlığın bilimi olamaz; o, varlığın anlamı hakkında bir bilme türü olmakla yetinmelidir; yani tüm özel bölümleriyle varlığın ifade ettiği anlam üzerine kapsayıcı bir yorum denemesi olmayı öğrenmelidir.
Bu nedenle, kendine aitlik ve tekrar karşıtlığını varlığın tüm basamaklarında (sfer) izlemek önemli bir metafiziksel görevdir. Ben bu konuyu bir başka konumda araştırmıştım (Archiv für Philosophie, Januar, 1956). Burada sadece vardığım bazı sonuçlan derleyebileceğim. "Yaratma", "yaratıcı gelişim" ve "türlerin ortaya çıkışı" gibi deyimler çözümlenmeye başlandı mı, kendine aitlik ve tekrar olgusunu hemen karşımızda buluruz. Onlar birbirlerine bağlıdırlar ve ancak bir arada anlaşılabilirler. Tekrar edilebilirliğin olduğu yerde mutlaka bir kendine aitlik vardır ve ancak kendine ait olana geri gidilebilen yerde hakiki bir tekrar vardır. Kendine aitlik, bu nedenle zaman içinde belli bir başlangıç olmaktan farklı bir şeydir. Kendine aitlik (kendi olma), bir ögenin, bir işlevin, bir edimin, bir konumun, kısacası, daha önce orada olmayan bir şeyin yeni bir şey olarak görünüme ya da varoluşa çıkmasıdır. İşte bir kendine aitliği ya da kökeni-kendinde-olmayı bir başlangıçtan ayiraıı bu özelliktir. Başlangıçta kaos vardı. Ama kendine aitliğin, kökeni-kendinde-olmanın olduğu yerde bir kosmos vardır. Bu, her kendine aitlikte olduğu gibi, türlerin kökeninde yatan olağanüstülüktür. O, gerçekten de bir "sıçrama"dır. Orada birdenbire herşey şekillenir. Doğa ve tarih, derin bir görünüm içinde birarada bir birlik oluştururlar. Burada olduğu gibi orada da kendine aitlik, formların ilk kez ortaya çıkışı ve kuşkusuz öncelikle belirli bir alanın temel formlarının ortaya çıkışı vuku bulmuştur. Çünkü canlı doğanın gözlenemez çokluğu nasıl ki bu doğadaki şekillerin belirli temel formlara bağlı yapısal yasalara göre düzenlendiği söylenerek görülenebiliyorsa, tarihin kaosu da, şimdiki kuşağın yaşam biçimine egemen olan konum ve formlardan kalkılarak, yorum yoluyla bir kosmosa dönüşür. Kendine aitliğin formu gibi, tekrarın formu da alandan alana değişir. Onun ilksel formu, gerçeklikte sadece yaklaşık olarak ve parçalı biçimde bize özdeş görünen şeyin tekrarıdır ve onun en yüksek formu, Kierkegaard'ın "tanrı önünde tekrar kendi olma" dediği varoluşsal tekrardır: Tüm durumlarda tekrar, zamana bağlı bir yapısal sürecin özdeşliğine işaret eder: Anorganik alanda o, kendini akım, dalga ve yıldızların hareketi olarak gösterir. Dünya bir yılda güneş çevresinde kurala uygun bir. yol çizer. Bunun gibi o, güneşe göre aynı zaman ve yer konumuna sahiptir. Aynı zaman sürecinde kurala uygun bir tarzda çeşitli görünümleri aynı zamansal dilimler ve formlar içersinde tekrarlayan bu ritmik oluşum, organik alanda da, bitki ve hayvanların bu ritmik oluşumdan etkilenmeleriyle sürüp gider. Gündüz-gece ritmi, etkinlik- sükûnet ritmi, ışık-renk ritmi, tek hücreli organizmaların ritmik hareketleri, mevsimlerin ritmi, kış uykusu, kuşların mevsimlik göç uçuşları, baharda bitkilerin açması... Tüm bunlar, kalp atışlarının temel ritminde, ciğerlerin solunum ritminde ya da medüzlerin hareketlerinde tek tek gözlenebilir.
Tekrar, insani alanda da temel bir role sahiptir. Bunu herkes kendi deneyimleriyle bilir. Bu yüzden Freud'un tekrarı psikoterapide bilinçli olarak neden kullandığı da anlaşılabilir. O, Charcot'nun "hipnozla anımsatma" yöntemi yerine "çözümlenebilir tutumları ve davranışları tekrarlatma" yöntemini koyar. Freud şöyle der: "Tekrar, doktor için unutulmuş geçmişin yeniden gün ışığına çıkarılması demek değildir; daha çok, aynı zamanda bugünün de gün ışığına çıkarılmasıdır'. Burada da tekrar ve kendine aitlik bağlamı kendini gerçeklemektedir. Psikosomatik tekrar, konumsal kaldığı ve organizmadan bu konuma bağlı durumunu düzenlediği sürece, yapıcı bir etkinliğe sahiptir. Ama bu tekrar pârçalı kaldığı ve bir nevroz zorlaması ile olduğu sürece kırıp dökücü ve dağıtıcıdır. Böylece, kendine aitlik ve tekrar, sadece gerçekliğe götüren kategoriler değil, aynı zamanda verimli araştırmalar için bir zemindir de. Bu konuda Hermann Weyl'in simetri üzerine yaptığı incelemelere değinmek yerinde olur (Princeton, 1952). Weyl, simetrinin dayandığı temel konumsal ilkeyi, matematik- sel bir bakış açısından kalkarak araştırmayı denemiştir. O, simetrinin anorganik, organik doğada ve sanatta ne gibi formlar içinde ortaya çıktığını bulmaya çalışmıştır. Buna güre, tüm simetri formlarının temelinde yatan ide, öğelerin şekillendirilmesi (configuration of elements), yani değişmezliktir. Öyle ki, simetri, aslında kendi başına yapıları olan şeylerin transformasyon yoluyla gruplaştırılmasıdır. Weyl, böylece bizler için yönlendirici olan bir bakış açısı sunmaktadır.
Burada geliştirilen metafizik idesi için panperspektivizm denebilir. O, zorunlu olarak birbirlerini bütünleyen perspektitlerden söz etmektedir. Ama o, aynı zamanda perspektiflere bağlı dönüştürmelerde ortaya çıkan değişmezleri de bulmayı denemektedir. Öyle ki, bu değişmezler, aslında varlık olarak araştırılmak istenen şeyi betimlerler. Bizim vardığımız bu sonucu başka bir şekilde ifade etmek de olanaklıdır. Jaspers, varoluş aydınlatmasını, felsefenin temel görevi olarak gösterir. Ama bir varoluş aydınlatması bağlaşık bir 'varlık aydınlatması olmaksızın verimli olabilir mi? İnsan bir yalıtım içinde varolmaz, tersine o, evren bilmecesi üzerine kendine ait bir yanıt verebilir ve o varlığın kendiliğindenliğine ancak bu yolla açıktır. İnsanın metafizik: sel yanıtı varlık aydınlanması içinde oluşur ve bu da ancak, kendine özgü bir varlık olan insanın tüm varlıkla ilişkiye girmesi demektir.
[/b]
Ara
Cevapla


Hızlı Menü:


Konuyu Okuyanlar: 1 Ziyaretçi
  Tarih: 05-03-2024, 09:15 AM