:: Duygusuz.com - Dostluk ve Arkadaşlık Sitesi

Orjinalini görmek için tıklayınız: İlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları İşkenceler
Şu anda (Arşiv) modunu görüntülemektesiniz. Orjinal Sürümü Görüntüle internal link
Sayfalar: 1 2
İlk Müslüman: Hz. Hatice

Kâinatın Efendisi Hazret-i Muhammed (a.s.m.), Hira’daki ulvî mazhariyetle İlâhî memuriyetini idrak etmiş ve kudsî risalet vazifesini yüklenmişti. Ancak bu ağır ve büyük vazifenin icabları vardı, onları yerine getirmek lazım geliyordu. Bunun ise, içinde bulunduğu cemiyette pek kolay olmayacağı kendisince muhakkak bilinen bir husustu.

O anda, Efendimiz tek başına bir tarafta, bütün dünya bir tarafta yer alıyordu. Ve o, umum dünyaya Allah’tan aldığı emirleri tebliğ edecekti. Elbette bu, basit bir hâdise olarak görülemezdi.

Allah Resûlü, dünyalar durdukça insanlığa nûr ve şeref olan vazifesine nereden ve nasıl başlaması gerektiğini de çok iyi hesaplıyordu.

Durumu evvela en yakını bulunan hanımı Hazret-i Hatice’ye anlattı. Hazreti-i Hatice, ona tereddütsüz sadakat elini uzattı ve ilk Müslüman olma şerefine kavuştu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bundan sonra, Hazret-i Hatice’ye, Cebrâil’den (a.s.) öğrendiği şekilde abdest aldırdı ve yine Cebrâil’den öğrendiği sûrette imam olarak şerefli zevcisine iki rek’at namaz kıldırdı.

Efendimizin kıldırdığı bu iki rek’at namaz,1 imam olarak kıldığı ilk namazdır ve bir pazartesi gününün sonuna doğru kılınmıştır.2
Hz. Ali'nin Müslüman Oluşu

Hazret-i Hatice’nin terddütsüz îmân edip Müslüman olması, Resûl-i Ekrem Efendimizi son derece memnun ettiği gibi, şevkini de arttırdı. Artık yeryüzünde davasını tasdik ve kabul eden biri vardı.

Peygamber Efendimizin, İslâma dâvet ettiği ikinci insan, yine en yakınlarından biri olan Hazret-i Ali idi. O, dört beş yaşından beri Efendimizin terbiyesi altında bulunuyordu ve o, eşsiz terbiyenin eseri olarak, akranlarına göre feraset ve ahlâk bakımından üstün bir seviyedeydi.

Birgün Resûl-i Ekrem Efendimizi Hazret-i Hatice ile namaz kılarken gördü. Hayran hayran seyredip namaz bitince, “Nedir bu?” diye sordu.

Resûl-i Ekrem, “Ey Ali, bu Allah’ın seçtiği, beğendiği dindir. Ben seni bir olan Allah’a îmân etmeye davet eder, insana ne faydası, ne de zararı dokunmayan Lât ve Uzza’ya tapmaktan sakındırırım” dedi.

Hz. Ali, bu teklif karşısında tatlı çocuk bakışlarını yere dikerek bir an durakladı. Sonra şöyle dedi:

“Benim şimdiye kadar görmediğim, işitmediğim birşey bu. Babam Ebû Talib’e danışmadan birşey diyemem.”

Fakat, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, henüz da’vasını açıkça ilân etme emrini almış değildi. Bu sebeple Hz. Ali’yi ikaz etti:

“Ey Ali!” dedi. “Eğer söylediklerimi yaparsan yap. Yok eğer yapmayacak olursan, gördüğünü ve işittiğini gizli tut. Kimseye birşey söyleme!”1

Hazret-i Ali, bu ikaz üzerine sırrını muhafaza edeceğine söz verdi. O geceyi düşünerek geçirdi. Şafak aydınlığı ile birlikte gönlüne de aydınlık doğdu. Resûlullahın huzuruna giderek, “Allah, beni yaratırken Ebû Talib’e sormadı ki, ben de Ona ibâdet etmek için gidip kendisine danışayım,” dedi ve Müslüman oldu.

Müslüman olan ilk çocuk şerefini kazanan Hazret-i Ali, o sırada on yaşında bulunuyordu.1

Tedbir, her zaman güzel bir harekettir. Ama bir davanın yeni yeni yayılmaya başladığı sırada çok daha güzeldir. İşte Allah Resûlü, Hazret-i Ali’ye gördüklerini ve işittiklerini şimdilik kimseye anlatmama ve duyurmama ikazında bulunmakla kâinatta da câri olan tedbir, tedric ve hikmet kanununa riâyet ederek, bizler için de bir ölçü veriyordu. Gerçekten tedbire başvurma, zaman ve mekânın şartlarını gözönünde bulundurarak dâvasını yayma Allah Resûlünün tebliğ hayatında mühim bir yer işgal eder.

ÃŽmân safında yer almada, Hazret-i Hatice ve Hazret-i Ali’yi, Resûl-i Ekremin evlatlık edindiği Zeyd bin Hârise (r.a.) takip etti.

Müslüman olduktan sonra, Hazret-i Ali ile Hazret-i Zeyd’in, Nebiyy-i Ekrem Efendimize gönülden bağlılıkları yeniden tazelendi ve güç kazandı. Artık, Efendimizden ayrılmıyor, namaz ve ibadetlerini onunla birlikte ifâ ediyorlardı.

Hazret-i Ali, zaman zaman Resûl-i Ekremle birlikte Kâbe’ye gider, orada namaz kılarlardı.

Afif-i Kindî, alış veriş maksadıyla geldiği Mekke’de, henüz îmân etmediği bir zamanda Peygamberimiz, Hz. Hatice ve Hz. Ali’yi namaz kılarken görmüştü. Müslüman olduktan sonra, o hallerinden gıbta ile bahsederek şöyle demiştir:

“Ben, o zaman imân edip de, onların dördüncüsü olmayı ne kadar isterdim.”1

Peygamber Efendimiz, davasını henüz umuma açıklamamış olmasına rağmen, müşrikler onların Kâbe’de namaz kılmalarından, yaptıkları ibadetten farklı bir ibadet yapılmasından pek hoşlanmıyorlardı. Bu sebeple bir müddet sonra, Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ali ile, namazlarını kırlarda, vadilerde edâ etmeyi daha uygun buldular.
Annesi ile babası Hazret-i Ali’nin peşinde

Resûl-i Ekremi bir gölge gibi takip edip, yalnız bırakmayan Hazret-i Ali’nin bu hali, anne ve babasının endişe ve telâşına sebep oldu. Bilhassa anne Fâtıma Hâtun fazlasıyla korkuya kapıldı. Kocasına, “Dikkat et, oğlun Muhammed’le çok dolaşıyormuş, sakın ona birşeyler olmasın” dedi.

Ebû Talib anlayışlı bir insandı. Durumu bizzat Peygamber Efendimizden öğrenmek istedi. Bunun için birgün Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ali’nin arkalarından gitti. Onları Mekke’nin bir vadisinde namaz kılarken buldu. Fahr-i Kâinat’a, “Ey kardeşimin oğlu!” dedi. “Bu din, ne dindir?”

Peygamber Efendimiz, “Ey amca! Doğru yola dâvet edeceklerimin ve bu dâvete koşması gerekenlerin başında sen varsın ve sen buna herkesten daha lâyıksın! Putlara tapmaktan vazgeç ve bir Allah’a îmân et” diye teklifte bulundu.

Bir an düşünceye dalan Ebû Talib, sonunda şöyle dedi:

“Ben, eski dinimden ayrılamam. Fakat, sen üzerinde bulunduğun dinde devam et! Allah’a yemin ederim ki, ben sağ kaldıkça, yapmak istediğini tamamlayıncaya kadar kimse sana el uzatamaz, hoşlanmadığın birşeyi sana eriştiremez” diye konuştu.

Sonra da oğlu Ali’ye döndü ve “Oğulcağızım! Senin üzerinde bulunduğun bu din nedir?” diye sordu.

Hz. Ali, “Babacığım,” dedi, “ben, Allah’a ve Onun Resûlüne îmân, onun Allah’tan getirdiklerini de tasdik ettim. Ona uydum ve onunla birlikte namaz kıldım.”

Bunun üzerine Ebû Talib, “Ey oğlum! Amcan oğlunun dinine sana da isteyerek girmek yaraşır. O, seni ancak hayra dâvet eder. Ona itaat et!”1 diyerek hem Resûl-i Ekrem Efendimizi, hem de Hz. Ali’yi sevindirdi. Sonra da oradan uzaklaştı.

Eve dönen Ebû Talib’e, hanımı Fâtıma Hâtun telaş ve şiddetle, “Nerede oğlun? Hizmetçim, Ciyad mevkiinde onu Muhammed’le birlikte namaz kılarken görmüş. Oğlunun dinini değiştirmesini uygun görüyor musun?” diye sordu.

Ebû Talib, “Sus! Vallahi, amcası oğluna arka çıkmak ve yardımcı olmak, elbette herkesten çok ona düşer” diyerek telaş ve endişeye mahal olmadığını ifâde etti. Sonra da, “Eğer nefsim, Abdülmüttalib’in dinini bırakmak hususunda bana itâat etmiş olsaydı, ben de Muhammed’e tabi olurdum. Çünkü, o halîmdir, emîndir, tâhirdir”2 dedi.
Hz. Ebû Bekir Müslümanların Safında

Hazret-i Ebû Bekir, eskiden beri Resûl-i Ekrem Efendimizin en yakın dostlarından biri idi. Samimi görüşür ve konuşurlardı.

Onda da göze çarpan en mühim vasıf; Cahiliyye Devrinin çirkin âdetleri, kötü ahlâk ve yaşayışlarıyla fıtratını bozmamış olması, ruh, kalb ve aklını şirk inancı ile kirletmemiş bulunmasıydı. Tanınmış bir tüccardı. Kavminin ileri gelenleri her zaman fikrinden istifade ederlerdi. Kureyş’in kan davalarını halleden de oydu. Bir diğer mühim vasfı da; Kureyş âilelerinin soy soplarını, nesep şecerelerini, iyilik ve kötülüklerini gayet iyi bilmesi idi.

Resûlullah Efendimiz, henüz açıktan dâvete başlamamıştı. Fakat yine de dâvâsı kulaktan kulağa yayılmış ve Kureyş ileri gelenleri tarafından duyulmuştu.

Hz. Ebû Bekir, Yemen tarafına yaptığı bir seyahetten henüz dönmüştü. Başta Ebû Cehil, Ukbe bin Ebi Muayt ve bazı Kureyş ileri gelenleri kendisine “Hoş geldin” demek için evine vardılar.

Hz. Ebû Bekir, “Ben Mekke’de yokken neler olup bitti? Önemli bir haber var mı?” diye sordu.

“Ey Ebû Bekir” dediler. “Büyük iş var! Ebû Talib’in yetimi Muhammed, peygamberlik iddiasına kalkıştı. Biz de senin Yemen’den dönüşüne kadar beklemeyi uygun bulduk. Artık, sen o dostuna git, ne edeceksen et.”

Hz. Ebû Bekir, derhal Fahr-i Kâinatın evine vardı:

“Yâ Ebe’l-Kasım! Peygamberlik iddiasında bulunduğun, kavminden ayrıldığın ve atalarının dinini kötüleyip, inkâr ettiğin doğru mu?” diye sordu.

Resûl-i Zişan Efendimiz, küçük yaşlarından beri beraber oldukları Hz. Ebû Bekir’in bu sözlerine önce tebessüm buyurdu. Sonra da, “Yâ Ebâ Bekir! Ben sana ve bütün insanlara gönderilmiş Allah’ın Resûlüyüm. İnsanları bir tek olan Allah’a dâvet ediyorum. Sen de şehâdet getir” dedi.

Hz. Ebû Bekir’in akıl ve gönül âleminde bir anda şimşekler çaktı. Bu sözleri, küçük yaşından beri çok iyi tanıdığı, zâtını candan seven ve sayan ve o âna kadar mübârek dudaklarından hilâf-ı hakikat tek bir söz işitmeyen Muhammedü’l Emînden (a.s.m) duyuyordu. Hiçbir tereddüt emâresi göstermeden derhal kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldu.1

İslâma davet karşısında en ufak bir tereddüt göstermeyişini Resûlullah Efendimiz onun için bir fazilet sayarak şöyle buyurmuştur:

“Ebû Bekir’den başka imâna davet ettiğim herkes bir duraklama, bir tereddüt, bir şaşkınlık geçirdi. Fakat o, kendisine İslâmı anlattığım zaman ne durakladı ve ne de tereddüt etti.”2

Resûl-i Ekrem Efendimizi, bu itibarlı dostunun Müslüman olması fazlasıyla sevindirdi. Hz. Âişe Validemizden gelen bu husustaki rivâyet şöyle:

“Nebiyy-i Ekremi iki dağ aralığında, Hz. Ebû Bekir’in Müslüman olmasından daha çok sevindiren bir başka hâdise olmamıştır.”

İslâmla şereflenen Hz. Ebû Bekir’in daha evvel gördüğü bir rü’yâsı da böylece gerçekleşmiş oldu: Rüyasında bir ayın Mekke’ye indiğini, sonra bölünerek şehrin evlerine dağıldığını, sonra da toplanıp kendi evine girdiğini görmüştü.

Bu rüyâsını o zaman ehl-i kitaptan bazı âlimlere anlatmıştı. Onlar, gelmesi beklenen paygamberin pek yakında Mekke’den çıkacağını, kendisinin de ona uyup bahtiyarlar arasında yer alacağını söylemişlerdi.1

Hazret-i Ebû Bekir, Müslümanlığını izhâr etmekten de çekinmedi.

Müslüman olması Kureyş arasında büyük bir yankı uyandırdı. Çünkü o, Kureyş içinde itibarlı, sağlam, güvenilir, sözünde sâdık biri idi. Sevimliliği ve yumuşak huyluluğu da onu kavmine sevdirmişti.

Hazret-i Ebû Bekir, Müslüman olan hür erkeklerin ilk halkasını temsil ediyordu. Onun Müslüman olmasıyla, îmân halkası biraz daha genişledi, yollar biraz daha açıldı ve müstakîm caddede yürüyen bahtiyarlar daha da arttı. Onun vasıtasıyla Müslüman olan Hz. Bilâl-i HabeşÃ® ile, îmân ve İslâm nîmetine erişen ve her biri âdetâ bir sınıfın temsilcisi durumunda bulunan ilk Müslümanlar şunlar oldu: Kadınlardan, Hazret-i Hatice, çocuklardan Hazret-i Ali, hür erkeklerden Hazret-i Ebû Bekir, azadlı kölelerden Hazret-i Zeyd bin Hârise, kölelerden Hazret-i Bilâl-i HabeşÃ® (Radıyallahü Anhüm).
Gizli Davetin Hız Kazanması

Hazret-i Ebû Bekir’in de Müslüman olmasıyla îmân ve İslâma gizli davet daha da hız kazandı. İslâma girme bahtiyarlığına erenler, yakınları ve akrabalarıyla da bu bahtiyarlığı paylaşmak istiyorlardı. Onları şirkin ıztırabından, cahiliyyetin çirkin ahlâkından kurtarmak için çırpınıyorlardı.

Bu konuda da Hazret-i Ebû Bekir’in önde olduğunu görüyoruz. Onun vasıtasıyla gizli davet devresinde İslâmla şareflenenlerden bir kaçı şunlardır: Osman bin Affan, Zübeyr bin Avvam, Abdurrahman bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkas, Talh bin Ubeydillah (r. anhüm).1

Bu beş Sahabî de, sonradan Cennetle müjdelenen on Sahabî arasında yer alacaklardır.

Müslüman erkekler listesine yeni yeni isimler eklenirken, kadınlar arasında da İslâmın nûru günden güne yayılıyordu. İlk Müslüman kadın Hazret-i Hatice’den sonra, henüz o sırada İslâm dâiresine girmemiş buluan Resûlullahın amcası, Hz. Abbas’ın hanımı Ümmü Fazl’ın, Hazret-i Ebû Bekir’in kızı Esmâ’nın ve yine o sırada hidâyete kavuşmamış bulunan Hazret-i Ömer’in kızkardeşi Fâtıma’nın, ilk Müslüman kadınlar arasında yer aldıklarını görüyoruz.

Artık, İslâma davet iki kanaldan yürütülmektedir. Erkekler erkekler arasında, kadınlar ise hemcinseleri içinde îmân ve İslâm nûrunu yaymaya aşk ve şevk içinde devam etmektedirler. Ancak şunu da belirtelim ki, kadınların îmân cazibesine kendilerini daha çabuk kaptırdıkları da dikkatleri çekiyordu. Bunu, onların çabuk duygulanan ve derhal tesir altında kalan yaratılışları icabı saymak mümkündür.

Bu arada müşrikler de boş durmuyorlardı. Hidâyet güneşiyle gönüllerini aydınlatanlara hor bakmaya, onlara iftira ve sözlü hakaretlerde bulunmaya başlamışlardı. Ama bunların hiç biri kâinatta en büyük kuvvet olan Allah’a îmân hakikatını kalblerine nakşetmiş bulunan bu Saâdet Asrının mes’ud insanlarını korkutamıyor, davâsından geri çeviremiyor, hatta en ufak bir tereddüde düşüremiyordu. İnsanların tehdit ve korkutmaları; Allah’a olan îmân ve Ondan korkmanın yanında, rüzgârın önünde bir toz, sel önünde bir çöp gibi zâif ve dayanıksız kalıyordu.
Rep Derecesi:
reputation_pos.gifreputation_pos.gifreputation_pos.gifreputation_pos.gifreputation_pos.gifreputation_highpos.gifreputation_highpos.gifreputation_highpos.gifreputation_highpos.gifreputation_highpos.gifreputation_highpos.gif

icon1.gif


Hz. Bilâl-i HabeşÃ®'nin İşkenceye Uğraması

Gizli davet devresinde İslâm ile şereflenen ve bundan dolayı müşriklerin şiddetli işkencelerine maruz kalan ilklerden biri de Bilâl-i HabeşÃ® diye bilinen, Bilâl bin Rebah Hazretleridir.

Hazret-i Bilâl, Müslümanların amansız düşmanı Ümeyye b. Halef’in kölesi iken, Hazret-i Ebû Bekir vasıtasıyla İslâmla şereflenmiştir.1

Bir anda gönlünü çepeçevre saran imân nûru, Hazret-i Bilâl için hadsiz bir cesaret kaynağı oluvermişti. Öyle ki, bir köle iken, efendisini ve müşriklerin her türlü baskı, işkence ve eziyetlerini hiçe sayarak Müslümanlığını açıkça ilân etmekten çekinmedi.

İmanın girmediği kalb taştan daha katı, Allah korkusunun bulunmadığı vicdan, kayalardan daha hissizdir. Böyle bir kalb ve vicdana sahip bir insanda acıma, şefkat ve merhamet aramak abestir. O insan, artık bu hâliyle mânen canavarlaşmıştır. Hatta tahribatı cihetiyle canavarları bile geride bırakmıştır.

İşte İslâmın diğer bütün amansız düşmanları gibi Ümeyye bin Halef de böyle bir kalb ve vicdanın sahibiydi. Ve Hazret-i Bilâl, merhamet ve şefkat yoksunu bu kalb sahibinin kölesi idi.

Bu merhamet yoksunu adamın nazarında, Hz. Bilâl’in kendisini yaratan tek Allah’a îmân etmesi ve Onun gönderdiği Peygamberi Hazret-i Muhammed’e sadâkat elini uzatması büyük suçtu!

Bunun için de o, en amansız işkencelere tâbi tutuluyordu. Bazen yirmi dört saat aç, susuz bırakılıyor, bazen boynuna ip takılarak, Mekke’nin ücretle tutulan çocukları tarafından sokak sokak dolaştırılıyordu.

Ümeyye bin Halef’in bütün bu gayretleri boşunaydı. Hazret-i Bilâl bir kere îmân etmişti ve Allah’a teslim olmuştu. Gönlü Resûlullahın muhabbetiyle gülşen olmuştu. Onun için, bu eziyet ve işkenceler altında inim inim inlerken bile davasını müşriklerin yüzlerine yüzlerine haykırmaktan geri durmuyordu:

“Ehad Ehad! Allah birdir! Allah birdir!”

İnandığı İslâm davasından her türlü eziyete rağmen zerre kadar taviz vermeyen Hazret-i Bilâl’i, bu sefer efendisi Ümeyye bin Halef, kavurucu sıcaklar altında, sırtını, güneşin sıcaklığından ateş parçası haline gelmiş kızgın taş ve kumlara sürttürüp yaktırır, ağzına güneşte kurumuş bir lokma et verdikten sonra, göğsüne kocaman bir kaya parçası koydurur ve şöyle derdi:

“Andolsun ki; sen ölmedikçe, yahud Muhammed’i ve Onun dinini inkâr ve reddederek Lât’a Uzzâ’ya tapmadıkça bu azabı üzerinden eksik etmeyeceğim!”

Fakat, vücudunun bütün zerreleriyle âdeta bir îmân abidesi kesilmiş olan Hazret-i Bilâl, ölümü göze alarak şöyle haykırırdı:

“Ben, Lât ve Uzzâ’yı kabul etmem. Allah birdir! Allah birdir!”1

Bu sözleri duyan Ümeyye bin Hâlef bütün bütün çileden çıkar, Hazret-i Bilâl’in işkencesini bayılıp kendinden geçinceye kadar arttırırdı. Sonra da çekip giderdi. Hazret-i Bilâl nice sonra kendine gelirdi.

Hazret-i Bilâl’in, bütün bu dayanılmaz eziyetlere, bu çekilmez işkenceye karşı tek dayanak noktası, o haşmetli ve azametli îmânıydı. İman, evet, kâinatı kabza-i tararrufunda tutan Cenâb-ı Hakka îmân, Onun sonsuz kudretine i’timad, insan için sarsılmaz, yıkılmaz bir istinad noktasıdır. O, bu kahramanca tavrıyla âdeta, “ÃŽmân hem nurdur, hem kuvvettir. Hakiki îmânı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir” hakikatını bütün dünyaya ilân ediyordu.

Yine bir gün, Ümeyye bin Halef’in onu işkenceden işkenceye uğrattığı bir sırada, oradan geçen Hz. Ebû Bekir bu durumu gördü. Ümeyye’ye, “Sen hiç Allah’tan korkmaz mısın? Bu zavallıya daha ne zamana kadar işkence edeceksin” dedi.

“Onun itikadını sen bozdun,” diye cevap verdi Ümeyye. “Kurtulmasını istiyorsan, onu satın al da kurtar.”

Hz. Ebû Bekir, “Ey Ümeyye,” dedi, “benim, senin dininden siyah bir kölem var. Bundan daha güçlü, daha kuvvetlidir. Onu Bilâl’e karşılık sana vereyim, kabul eder misin?” dedi.

Ümeyye, “Kabul ettim,” dedi. Sonra da gülerek, “Vallahi, kölenin karısını da vermedikçe olmaz” diye konuştu.

Hz. Ebû Bekir, “Olur,” dedi.

Ümeyye yine sinsi sinsi güldü ve “Vallahi, bana kölenin karısı ile birlikte kızını da vermedikçe olmaz” dedi.

Hz. Ebû Bekir, bu teklife de, “Olur” diye cevap verdi. Fakat, azılı müşrik Ümeyye, âdeta işi yokuşa sürmek istiyormuşcasına davranıyordu. Bu sefer hâince gülüşler arasında şu istekte bulundu:

“Vallahi, bana onlarla birlikte 200 dinar da üste vermedikçe olmaz!”

Onun bu durumuna sinirlenen Hz. Ebû Bekir hiddetle, “Sen,” dedi, “ne utanmaz adamsın. Boyuna yalan söyleyip duruyorsun.”

Ümeyye bu sefer, “Hayır,” dedi, “Lât’a, Uzzâ’ya and olsun ki, artık bunları bana verirsen, dediğimi yapacağım.”

Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, “Onların hepsi senin olsun” dedi ve Hazret-i Bilâl’i bu zâlim adamın elinden kurtardı.

Hazret-i Bilâl’i alan Ebû Bekir’e (r.a.) Peygamber Efendimiz, “Yâ Ebâ Bekir,” dedi, “onun üzerinde bir hakkın olacak mı?”

Hz. Ebû Bekir, “Hayır, yâ Resûlallah,” dedi. “Onu azâd ettim.”1

Hazret-i Bilâl’i Ümeyye bin Hâlef gibi azılı bir müşrikin elinden kurtarıp hürriyetine kavuşturan Hz. Ebû Bekir, bir müddet sonra onun gibi köle olan annesi Hamâme’yi de satın alıp âzad etti.2

Hazret-i Bilâl-i HabeşÃ®, Resûlullah Efendimizin has müezzini idi. Bir an olsun Onun yanından ayrılmak istemezdi. Fahr-i Kâinat’ın dâr-ı bekâya irtihâlleri üzerine, Zatına ve yüksek ahlâkına olan muhabbetinden dolayı Medine-i Münevveri’de kalmaya tahammül edemedi ve oradan ayrılmaya mecbur kaldı. Bu esnada Halife olan Hz. Ebû Bekir, yanında kalması için ısrar edince, “Yâ Ebâ Bekir,” dedi. “Beni, kendin için satın aldınsa yanında tut! Yok eğer Allah rızası için satın aldınsa, serbest bırak da, Allah yolunda cihada katılayım.”

Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, kendisine müsâade etti. O da ŞÃ¢m’a gitti. Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti sırasında orada vukû bulan gazâlara iştirâk etti.3

* * *
Hz. Osman Müslümanların Safında

Resûl-i Ekrem Efendimiz, henüz açıktan halka peygamberliğini ilân etmemişti. Bu devrede de, Hz. Ebû Bekir, son derece büyük bir cehd ve gayretle samimi dostlarına İslâmiyeti anlatıyordu.

Birgün Hz. Osman’a da Müslümanlıktan bahis açtı ve onu alarak Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna getirdi.

Hazret-i Resûlullah, dâima tebessüm eden parlak bir simâya sahip Hz. Osman’a, “Allah’ın ihsanı olan Cennete rağbet et. Ben, sana ve bütün insanlara hidâyet rehberi olarak gönderildim!” dedi. Resûlullahın bu sâde, bu samimi ve bu i’câzkâr sözleri karşısında Hz. Osman âdeta kendinden geçer gibi oldu ve şehâdet kelimesi kendi kendine mübârek dudaklarından döküldü:

Eşhedü en lâ İlâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah!”1

Sonra da daha önce Şam’dan dönerken gördüğü bir rü’yâsını Kâinatın Efendisine anlattı:

“Yâ Resûlallah,” dedi. “Biz Muân ile Zerkâ arasında bulunduğumuz ve uyuduğumuz sırada bir münâdi: ’Ey uyuyanlar! Uyanın! Ahmet (a.s.m.) Mekke’de zuhur etti!’ diye seslenmişti. Mekke’ye gelince sizi işittik!”2

Yumuşak huylu, edeb ve hâyâ sahibi ve cömert bir zât olan Hz. Osnan’ın da Müslümanlar safına katılması müşrikleri fazlasıyla tedirgin etti. Kabilesi ferdleri ona ezâ ve cefâya yeltendiler. Fakat o, her türlü ezâ ve cefâya göğüs gerdi ve hak bildiği yoldan zerre kadar inhirâf göstermedi.

Amcası Hakem bin Ebû’l-Âs, kendisini bir urganla bir direğe bağlar ve döverek şöyle derdi:

“Sen, atalarının dinini bırakır da sonradan çıkma bir dine özenirsin öyle mi? And olsun ki, tuttuğun bu dini bırakıp, tekrar atalarının dinine dönmedikçe seni salıvermeyeceğim.”

Metanet âbidesi Hz. Osman’ın cevabı şu olurdu:

“Vallahi, ben hak ve hakikat dinini asla bırakmam!”

O, günlerce bu cefâ ve eziyetle karşı karşıya bırakıldı. Fakat zerre kadar îmânından taviz vermedi. Onun bu metaneti ve büyüklüğü karşısında sonunda amcası küçüldü ve onu salıvermekten başka çare bulamadı.1

Orta boylu, esmer tenli, güzel yüzlü, sık sakallı, gür saçlı ve iri yapılı olan Hz. Osman, fıtraten temiz ve nezih bir insandı. İçki içmeyi Cahiliyye Devrinde kendisine haram kılmıştı. Servetini Allah yolunda ve din uğrunda sarfetmekten zevk alan bahtiyarlardandı. Hafız-ı Kur’ân’dı. Geceleri, namazında bütün Kur’ân’ı hatmederdi.

Cennetle müjdelenen on Sahabîden biri olan Hz. Osman, aynı zamanda Resûl-i Ekrem Efendimizin damadıdır. Önce Peygamberimizin kerimesi Rukiyye’yi aldı. O, vefât edince, Resûlullah onu bu sefer kızı Ümmü Gülsüm ile evlendirdi. Bu sebeple de “Zinnûreyn” lâkabını aldı.

* * *
Talha bin Ubeydullah'ın Müslüman Oluşu

Hz. Osman’ın İslâmın saâdet dolu sinesine konuşunu Hz. Talha bin Ubeydullah takip etti.

Ticâret maksadıyla bir seyahâta çıkmıştı. Busra Panayırında bulunduğu bir sırada, oradaki manastırda yaşayan bir Rahib, “Bu pazar halkı içinde, Mekke’den kimse var mı?” diye seslendi.

Hazret-i Talha, “Evet, ben Mekkeliyim” dedi.

Rahib, “Ahmed zuhur etti mi?” diye sordu.

Hazret-i Talha, “Ahmed kim?” dedi.

Rahib, “Abdullah bin Abdülmuttalib’in oğludur. Mekke, onun zuhûr edeceği şehirdir. O, peygamberlerin sonuncusudur. Kendisi, Harem-i Şerif’ten çıkarılacak, hurmalık, taşlık ve çorak bir yere hicrete mecbur bırakılacaktır” cevabını verdi.

Rahibin bu sözleri Talhâ’nın dikkatini çekmiş ve Mekke’ye gelir gelmez halka, “Yeni bir haber var mı?” diye sordu.

“Evet,” dediler. “Abdullah’ın oğlu Muhammedü’l-Emîn, peygamber olduğunu iddiâ etti. Ebû Kuhâfe’nin oğlu Ebû Bekir de, ona tabi oldu!”

Bunun üzerine derhal Hz. Ebû Bekir’in yanına vardı ve, “Sen, Muhammed’e tâbi oldun mu?” diye sordu.

Hazret-i Ebû Bekir, “Evet,” dedi. “Ben ona tâbi oldum. Sen de git, ona tabi ol! Zira o, insanları hak ve gerçek olana dâvet ediyor.”

Hz. Talha da Rahibden duyduklarını Hz. Ebû Bekir’e anlattıktan sonra, beraberce Allah Resûlünün huzuruna geldiler. Derhal Müslüman olan Hazret-i Talha, Rahibin söylediklerini anlatınca da Peygamber Efendimiz gülümsedi.1

Müşrikler, Hazret-i Talha gibi faziletli bir insanın Müslüman olmasına tahammül edemediler. Kureyş’in azılı pehlivanlarından Nevfel bin Adviye onu bir ipe bağlayıp işkenceye uğrattı.

Genç yaşta İslâmiyetle şereflenen Hz. Talha, Cennetle müjdelenen on Sahabîden biridir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onun hakında, “Yeryüzünde yürüyen bir şehide bakmak isteyen Talha’ya baksın” buyurmuşlardır.2

Son derece cömert ve cesur bir Sahabî idi. Uhud Harbinde Peygamber Efendimize atılan oklara elini tutmuş ve bu yüzden parmakları çolak kalmıştı. Aynı harpte seksene yakın yara aldığı halde, Resûlullahın yanından ayrılmamıştı.3

* * *
Halid bin Said'in İslâma Girişi

İslâma gizli davet devri henüz devam ediyordu.

Bu bırada Müslümanlar safına Kureyş’in mümtaz bir şahsiyeti daha katıldı: Halid bin Said. Hz. Halid, Kureyş’in ileri gelen ve zengin bir âilesine mensuptu.

Arap edebiyat ve ilmini gayet iyi bilen Hz. Halid, bir gece rüyâsında; babasının kendisini tutup Cehenneme atmak istediğini, fakat Resûlullahın yetişip kendisini Cehenneme düşmekten kurtardığını gördü. Feryad ederek uyandı. Böylesine berrak bir rüyânın mânâsız olamayacağını idrak eden Hz. Halid kendi kendine, “Vallahi, bu rüyâ gerçektir” dedi ve vakit kaybetmeden Hz. Ebû Bekir’e koştu. Rüyâsını anlattı.

Sıddık-ı Ekber, “Hakkında hayırlı olmasını dilerim,” dedi. “Seni, o Resûlullah kurtaracaktır. Hemen git, ona tabi ol! Sen, ona tâbi olacak, İslâm dinine girecek, onunla birlikte bulunacaksın. O da seni, rüyâda gördüğün gibi Cehenneme düşmekten kurtaracaktır.”

Hz. Halid hemen Resûlullahın yanına vardı ve “Yâ Muhammed! Sen, insanları neye dâvet ediyorsun?” diye sordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ben,” dedi, “halkı, tek olan ve şeriki bulunmayan Allah’a, Muhammed’in de Onun kulu ve Resûlü olduğuna îmân etmeye; işitmez, görmez, hiçbir fayda ve zarar vermez, kendisine tapınanları da tapınmayanları da bilmez birtakım taş parçalarına tapmaktan vazgeçmeye dâvet ediyorum.”

Bu sözleri dikkat ve hürmetle dinleyen Hz. Halid derhal şehâdet getirdi:

“Ben, şehâdet ederim ki, sen, Allah’ın Resûlüsün!”1

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu zâtın İslâm dairesine girmesine fazlasıyla sevindi.

Hz. Halid, Müslüman olur olmaz, evinde ve etrafta da İslâmiyetten bahsetmeye başladı. Bir müddet sonra zevcesi Ümeyne de Müslümanlar safında yer aldı.

Oğlunun Müslüman olduğu haberini alan Kureyş’in zenginlerinden ve ileri gelenlerinden Ebû Uhayha Said, fazlasıyla hiddetlendi.

Hz. Halid’in birgün, Mekke’nin tenha bir yerinde namaz kılmakta olduğunu duydu. Diğer oğullarını gönderip onu yanına getirtti. Hiddetli hiddetli, “Sen,” dedi, “Muhammed’in, kavmine muhalefet ettiğini, getirdiği itikatlarla kavminin ilâhlarını ve geçmiş atalarını kötülediğini görüp durduğun halde ona tâbi oldun, öyle mi?”

Sonra, İslâmiyetten vazgeçmesi için bir sürü lâf etti. Ancak gönlünü îmân nuruyla aydınlatan Hz. Halid’in zerre kadar tereddüdü yoktu ve asla pişmanlık duymuyordu. Çatık kaşlarla bakan babasına şu cevabı verdi:

“Vallahi, Muhammed (a.s.m.) hak söylüyor. Ona tâbi oldum. Ölümü göze alırım da onun dinini asla bırakmam.”

Bu sözlere fena halde kızan Ebû Uhayha, elindeki değnekle, kırılıncaya kadar onu dövdü.

Fakat nafile! Sebât ve metanetin menbâı olan îmân, artık Hz. Halid’in kalbinde yer etmişti ve o bu îmân nûru ile mutmain olmuştu. Ezâ, cefâ bu îmân karşısında zerre kadar menfi tesir icrâ edemiyordu.

Dayağın kâr etmediğini gören zalim baba, bu sefer, “Git,” dedi. “Senin iaşeni, rızkını keseceğim. İstediğin yere git.”

Rızkını verenin Allah olduğunu bilen Hz. Halid yine aldırmadı ve “Ey babacığım,” dedi, “sen benim rızkımı kesersen, elbette Allah, bana geçineceğim şeyi verir.”

Baba Uhayha, bu sefer onu alıp hapsettirdi. Ev halkına tehdidi ise şu oldu:

“Eğer biriniz onunla konuşacak olursa, onu perişan ederim.”

Hz. Halid, günlerce aç ve susuz bırakıldı.1

İnancı uğrunda kendisine böylesine ezâ ve cefâyı revâ gören babanın yanında kalmak artık mânâsızdı. Bir fırsatını bulup, babasının elinden kurtuldu. İkinci Habeşistan hicretine kadar babasına görünmedi.2

Habeşistan’a giden ikinci hicret kafilesine zevcesiyle katılarak Mekke’den ayrıldı.

Hz. Halid, Cahiliyye Devrinde mükemmel yazı yazan birkaç şahsiyetten biri idi. Rivâyete göre, Resûl-i Ekrem Efendimizin Yemen hükümdarına verdiği Emannâme’nin metnini ve diğer bir çok anlaşma metinlerini de Hz. Halid kaleme almıştır.3

* * *
Sa'd bin Ebî Vakkas'ın İslâmiyetle Şereflenmesi

Sa’d bin Ebî Vakkas, henüz on yedi yaşlarında hareket ve heyecan dolu bir gençti. Bu sırada bir rü’yâ gördü: Zifirî bir karanlığın içinde iken, birden bire parlak bir ay doğuyor ve o, ayın aydınlattığı yolu takib ediyor. Sonra aynı yolda, Zeyd bin Hârise, Hz. Ali ve Hz. Ebû Bekir’in önünden ilerlediğini görüyor. Kendilerine, “Siz ne vakit buraya geldiniz?” diye soruyor.

Onlar da, “Şimdi” diye cevap veriyorlar.1

Bu rü’yâsından üç gün sonra, İslâma gizli davet devresinde fevkalâde büyük bir cehd ve gayret gösteren Hz. Ebûbekir, kendisine İslâmiyetten bahsetti. Sonra da alıp Resûl-i Zişan Efendimizin huzuruna götürdü. İslâmiyet hakkında Resûl-i Ekrem Efendimizden malûmat alan Hz. Sa’d hemen orada Müslüman oldu.2

Nesebi, hem baba tarafından, hem de anne tarafından Peygamber Efendimizle birleşir. Resûl-i Ekrem Efendimiz de, Hz. Sa’d da annesi tarafından Zühreoğullarına mensub bulunduğundan Hz. Sa’d annesi tarafından Peygamberimizin dayısı olurdu. Bu sebeple Resûlullah Efendimiz, “İşte dayım Sa’d. Böyle bir dayısı olan varsa bana göstersin” diyerek kendisine iltifâtta bulunurdu.
Sayfalar: 1 2