:: Duygusuz.com - Dostluk ve Arkadaşlık Sitesi

Orjinalini görmek için tıklayınız: İslam’ı anlatımda hassasiyet/Nihat Hatipoğlu
Şu anda (Arşiv) modunu görüntülemektesiniz. Orjinal Sürümü Görüntüle internal link
İSLAM dininin iki bilgi kaynağı vardır. Bunlardan birincisi Kuran-ı Kerim, ikincisi Peygamberimizin hadisleridir. Kuran-ı Kerim 23 senelik bir periyotta bazen sure halinde bazen ayet ayet Cebrail aracılığıyla Peygamberimize iletilmiştir.

Peygamberimiz okuma-yazma bilmediği ‘ümmi’ olduğu için bu inen ayetleri kâtip olarak seçtiği sahabelerine yazdırmıştır. Bunlara da ‘Vahiy Kâtipleri’ denir. Sayıları 40’a ulaşmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) inen ayetlerin tek bir harfine müdahale etme yetkisine sahip değildi. Bu ayetlerin açıklaması ‘beyanı’ anlamındaki sözlere de hadis diyoruz. Hadis diye adlandırılan bu söz ve tavırlar kendi kendine oluşmamış, şüphesiz Cebrail’in öğretisi dahilinde gerçekleşmiştir.
Ayet hadislerin genel kurallarından ‘kıyas’ denilen yöntem geliştirilmiştir. Kıyas özetle hakkında Kuran veya sahih hadislerde hüküm bulunan bir şeye her yönüyle benzeyen diğer şeyleri de tespit etme ve onlara da aynı hükmü tatbik etmektir. Mesela Kuran’da adı geçen ‘şarap’taki ‘sarhoş edicilik’ özelliğinden -illetinden- hareketle sarhoşluk veren her şeyi şarap gibi haram kabul etmek gibi.
Buna bir de bir dönemde bulunan bütün İslam âlimlerinin bir konudaki ittifakı -fiili, sözel ve vicdani birlikteliği- anlamındaki ‘icma’yı ekleriz.
Her dönemde olaylara dini açıdan bakış, bu temel mekanizmayı; akıl, tecrübe, vicdan ve tarih ile çevre faktörünü de göz ardı etmeden işlevlendirme yoluyla gerçekleşmiştir.
Bizler bu bütünün Hz. Peygamber (s.a.v.) dönemindeki bakış açısını kaybetmeden, yani genleriyle oynanmadan ortaya konmasına ‘ehl-i sünnet’ anlayışı deriz. Bu kavram bugün siyasi arenada kullanılan Sünni Şii geleneğiyle direkt ilgisi olan bir kullanım değildir. Ehl-i sünnet kavramı Kuran-ı Kerim ve sahih hadislerin penceresini kapatmadan olayları görebilme ufkunu ifade eder.
Ehl-i sünnetin karşılığı ‘Ehl-i bid’at’tır. Yoldan çıkan fıkhi ve itikadi cereyanlardır.
Mekke’de başlayan İslam vahyi Medine’de son ayetlerini de iletip insanlığa kıyamete kadar yetecek ahlaki erdemlerin ana hatlarını belirlemiştir. İslam vahyinin ikinci merkezinin ‘şehir’ anlamındaki ‘Medine’ -eski ismiyle Yesrib- seçilmesi elbette önemlidir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) Yesrib ismini sevmemiş ‘Medine’yi tercih etmiştir. Buradan çöl geleneği yerine Medine geleneğinin yerleşmesini temin etmek gayesini gütmüş olabilir. Ama temelinde her kutsal metin medenidir. Medeniyete açıktır, özgürdür, halka yöneliktir. Sadece seçkinlerin değil genelin de ihtiyaçlarını konu alır. Bu nedenle de medeni şehirli olamamak dinlerin değil din mensuplarının bir problemidir.
Dini anlatanların, takip ettikleri çizginin toplumların medenileşmesi ve ilerlemesinde tek belirleyici olduğuna inanmıyorum. İlerlemenin veya geri kalmanın dinamosunu eğitim, hoşgörü, devamlılık, sorumluluk, yasaların tarafsız uygulanması, vatanseverlik, devlet ciddiyeti gibi unsurların meydana getirdiği kanaatindeyim. Medenileşmede en büyük görev toplum bilimcilerinin, teknokratların, bilim ve siyaset adamlarınındır. İlahiyatçıların bu çerçevede en büyük sorumlulukları, dinin temel mekanizmasını bozmadan vatandaşa barış-sevgi-beraberlik ve moral ruhunu aşılamaları, insanı Yüce Allah’la buluşturacak güzel ahlakı öğütlemeleridir. Kuran-ı Kerim’de Hz. Peygamber (s.a.v.) tanımlayan en belirgin mesaj “Şüphesiz sen büyük bir ahlak üzerinesin” ayetidir. Halbuki o çok namaz kılar, çok oruç tutar, çok sadaka verir ve çok ibadet ederdi. Kuran bu özellikleriyle O’nu övmekten çok ahlakıyla onu övüyor.
İlahiyatçılarımızın da saygın ve dik duruşlarıyla, ciddi ama sevecen halleriyle, Kuran ve sünnet çizgisinde yürüyüşleriyle topluma ileriye hamle yapmakta yardımcı olmaları gerekir. Bunu yaparken keyfi fetva vermeleri, vitrine oynamaları, siyasi ikbal peşinde koşmaları affedilemez. Kabul edilemez.
Toplumun da ilahiyatçılardan, canlarının istediği nefislerine hoş gelen, zevahiri kurtaran, tavizkâr, temeli ve kaynağı olmayan, ısmarlama görüşler istememeleri gerekir. Böyle bir potaya giren ilahiyatçı zaten Allah katında da halk katında da inanılırlığını yitirir. İtibarını kaybeder. Sözüyle ve özüyle alay konusu olur.
Peki, bile bile yanlış görüşlerin peşinde koşan bir vatandaşın dinin doğru yorumu dururken böyle yamalı bohçaya dönmüş görüşlere sarılarak kendine bir din çizmesi onu mazur kılar mı? Elbette hayır. Herkes bunu test edebilir aslında. Biz dini uygularken nefsimizin hoşuna gidenin peşinde miyiz? Yoksa, Rahmanın dinini o istediği gibi yaşamak için mi çabalıyoruz. Bunun cevabı çizgimizin de rengini belli eder. Sözün özü şudur; bizler ahrete inanıyorsak -ki elbette inanıyoruz- ahrette Yüce Allah’a “Ben falanca hocamızın dini anlayışı üzerindeydim. O beni bu noktaya getirdi” diyemeyiz. Yüce Allah elbette “Ben dini sadece ilahiyatçılara indirmedim sana da indirdim. Aklını çalıştırsaydın ya” diyecektir. Öyle ya Kuran-ı Kerim ortada, sünnet ortada, müctehidlerin dedikleri ortada ve yeni dönem bazı ilahiyatçıların, bunlara aykırı olarak dedikleri de ortada. Hepsini harmanlayıp doğruyu yanlıştan ayıracak akıl da ortada.
SORALIM ÖÄžRENELİM
- Mehdi ile ilgili hadisler tartışılıyor. Mehdi var mı? Bu işin aslı nedir?
Cemal Kırmızı / Adana
Mehdi; “Hidayette olan ve hidayete erdiren” anlamlarına gelir. Hadis kitaplarında Mehdi’den bahsedilir. Kuran-ı Kerim’de bu konuda bir ayet -açık bir ayet- yoktur. Sahih-i Müslim gibi hadis kitaplarında anılan kıyametin on belirtisi içinde de Mehdi’den bahsedilmemektedir.
Ancak İbni Mace, Ebu Davud (hd. 4282-83-90) gibi hadis kitaplarında Mehdi’den bahsedilmektedir. Buralarda Mehdi’nin Peygamberimizin soyundan geldiği, Hz. Fatıma’nın neslinden olduğu, dünyayı adaletle dolduracağı, adının Muhammed olacağı, babasının adının da Abdullah olacağı bildiriliyor. Mehdi’nin gelişi kıyametten önceki alametlerden biri olarak sunulmuştur. Bu konuda özel kitaplar da yazılmıştır. Ancak tarihin her döneminde “Mehdi doğdu, geldi” gibi aslı esası olmayan sözlerin kullanıldığını görüyoruz. Böyle bir şey gerçekleştirilecekse; bunun zamanını ebcedle, cifr ilmiyle ‘kimse’ bilemez. Sadece yüce Allah bilir. Bir Müslüman’a düşen ise kimseyi beklemeden dinine, vatanına ve insanlığa hizmet etmesidir. İslam, oturup da Mehdi beklenmesini emretmez. Herkesin hizmet anlamında üstüne düşeni yapmasını emreder... Mehdi gelecekse şayet bu iş davet etmekle veya yersiz konuşmalarla olmaz.
- Kaza namazı yoktur diyen bazı ilahiyatçılar var. Sizin görüşünüz nedir?
Seniha Uysal / Ağrı
Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde uyku, baygınlık, unutkanlık gibi durumlardan dolayı farz namazlarını kaçıranlara kaza yapmaları emredilmiştir. İslam fıkıhçıları;‘uyku, unutkanlık, baygınlık’ hallerinde bile namazı kılmayanlara bu namazları kaza etmeleri emredildiğine göre hiçbir gerekçe olmadan farzları ihmal etmiş olanlara öncelikli olarak bunun farz olması gerektiğini belirtmişlerdir. Bizce de namazlar mutlaka kaza edilmelidir. Bazı hadis kitaplarında yer alan “Kıyamette namazı eksik olanların eksikliği nafilelerle tamamlanacak.” Sözü de buna bir delil oluşturur.
- Kurban kesmek yerine parasını dağıtabilir miyim? Melike Doğru / Sinop
Hanefilere göre kurban zengin olanlara vaciptir. Şafiilere göre ise sünnettir. Kişi kurban kesmek yerine parasını dağıtmakla vacip kurban borcunu ödemiş olamaz. Sadaka vermek ayrı bir ibadet, kurban kesmek ayrı bir ibadettir. Ama sadaka vermek de büyük sevaptır.


hürriyet