:: Duygusuz.com - Dostluk ve Arkadaşlık Sitesi

Orjinalini görmek için tıklayınız: Ata'nın Son Resmi ( İddaaya Göre )
Şu anda (Arşiv) modunu görüntülemektesiniz. Orjinal Sürümü Görüntüle internal link
onkasim2.gifadszzg4wr3.png




Siroz hastalığı Atatürk’ü 57 gibi erken bir yaşta ölüme mahkum ettiğinde Türk ulusu derin bir yasa girdi. Yıllarca süren bu yasın ardından anlaşıldı ki, Atatürk’ün ölümü bir son değil, başlangıçtı. Çünkü Atatürk sevgisi her geçen gün büyüyerek çoğalmaya, Atatürk’ün eserleri ise kalıcı olmaya devam etti.

1938 yılının Kasım ayı... Atatürk uzun bir süredir hasta... Türk ulusu korku içinde... Herkesin kulağı radyoda... Radyoda yayınlanan haberlerde... Günlerden 10 Kasım Perşembe... Sabah saatleri... Radyonun yayını birden kesildi ve spiker Baki Süha Edipoğlu sesi titreyerek önündeki metni okumaya başladı: “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin resmi tebliğidir. Müdavi ve müşavir tabiplerin neşredilen son raporu, Atatürk’ün dünyaya gözlerini kapadığını bildirmektedir. Bu acı hadise ile Türk Vatanı büyük yapıcısını, Türk milleti ulu şefini, insanlık büyük evladını kaybetti. Milletimize içimiz yanarak, bu tarife sığmayan ziyadan dolayı en derin taziyelerimizi sunarız. Kederlerimizin tesellisini ancak ve ancak onun en büyük eserine bağlılıkta ve aziz vatanımızın hizmetinde ararız. Şurasını da her şeyden evvel beyan etmeliyiz ki, ölmez olan onun en büyük eseri Cumhuriyet Türkiye’sidir. Hükümetimiz içinde bulunduğumuz bu mühim anda, bugüne kadar olduğu gibi dikkatle vazife başındadır. Müesses olan nizam ve vaziyeti idame hususunu, Büyük Türk Milleti’nin hükümetiyle tek vücut olarak teyit ve temin edeceğine şüphe yoktur. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 33. maddesi mucibince; Büyük Millet Meclisi Reisi Abdülhalik Renda, Reisicumhur vekaleti vazifesini deruhte etmiş ve ifaya başlamıştır. Gene Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 34. maddesi mucibince Büyük Millet Meclisi derhal yeni Reisicumhurunu intihab edecektir. Türkiye’nin en büyük makamına, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na göre geçecek zatın etrafında hükümetiyle, şanlı ordusuyla ve bütün kuvvetiyle Türk milleti sarsılmaz bir varlık olarak toplanacak ve yükselmesine devam edecektir. Bugün ayrılığına ağladığımız büyük şefimiz Atatürk, her vakit Türk Milletine güvendi. Eserlerini bu güvenle yaptı. İdamesi esbabını da istikmal ederek güvenle büyük milletimize bıraktı. Ebedi Türk Milleti, onun eserlerini ebediyetle yaşatacaktır. Türk Gençliği onun kıymetli vediası olan Türkiye Cumhuriyeti’ni daima koruyacak ve onun izinde yürüyecektir. Kemal Atatürk, Türk tarihinde ve gönlünde daima yaşayacaktır.” Geciken teşhis Türk ulusu ve tüm dünya radyoda yayınlanan bu bildiriyle Atatürk’ün ölümünü öğrenmiş oldu. Ve derin bir yas başladı. Siroz hastalığı Atatürk’ü 57 gibi erken bir yaşta ölüme mahkum etmişti. Bu ölüm daha sonra üzerinde yıllarca konuşulan, tartışılan, üzerine kitaplar yazıldığı halde asla tam olarak aydınlanmayan bir sorunun başlangıcı oldu. Atatürk’ün hastalık teşhisi neden on yıla varan bir gecikme ile konabilmişti? Ata’nın hastalık belirtileriyle sarsılmaya başladığı ilk yıllarda teşhis ve hastalığın takibi için kullanılan biyopsi ve kan tahlilleri henüz yapılamıyordu ama yine de ilk krizi yaşadığı 1923 Kasım’ından burun kanaması ve kaşıntıların başladığı 1928 Ocak’ına kadar ortaya çıkan belirtilerin isabetle değerlendirilmemiş olması düşündürücüdür. “Fazla yorgunluktan doğan asabi bir hal” Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Atatürk’ün sağlığı konusunda ilk haber Kasım 1923’te çıktı. Cumhuriyet ilan edileli henüz 10 gün olmuştu. Atatürk, öğle yemeği sırasında sofra başında birden bire bir kriz geçirdi. Latife Hanım’ın tedavisi için orada bulunan Dr. Refik Saydam Bey Ata’ya bir morfin iğnesi yaptı ve krizi geçirdi. İki gün sonra bir kriz daha geldi. Bu ilkinden biraz daha hafifti. Bunun üzerine kalp mütehassısı Dr. Neşet Ömer Bey, İstanbul’dan Ankara’ya çağrıldı. Doktor, Atatürk’ü muayene ettikten sonra rahatsızlığının “çok çalışmaktan ve yorulmaktan ileri gelen asabi bir hal” olduğunu söyledi. Dinlenme, alkol, tütün ve kahveyi azaltması gerektiğini öğütledi. Gazi Mustafa Kemal Atatürk iki ay rejim yaptıktan sonra sağlığına kavuştu ve tamamen iyileşti.

Aradan 3 yıldan fazla zaman geçti. 22 – 23 Mayıs 1927 gecesi Gazi bir kriz daha geçirdi. O günlerde tarihi büyük nutkunu hazırlıyordu ve zaman zaman otuz saat aralıksız çalıştığı oluyordu. Doktorlar bu krizin “fazla yorgunluktan doğan asabi bir hal” olduğunu söylediler. Berlin’den gelen Prof. Dr. Von Romberg Atatürk’ün çok sigara içmekten ileri gelen bir anjin geçirmiş olduğunu söyledi. Kasım 1936’da Atatürk yeni bir rahatsızlık geçirdi. Dr. Refik Saydam ile Dr. Asım İsmail Arar Atatürk’ün göğsünde “ihtikan” yani kan toplanması ve kan uyuşması belirtileri buldular. Eğer dikkat edilmezse bunun zatürreye dönüşeceğini söylediler. Zatürre o yıllarda tehlikeli bir hastalıktı. Atatürk doktorların öğütlerini ilk kez harfi harfine yerine getirdi ve kısa bir süre sonra iyileşti. 1937 yılı sonlarına doğru Atatürk’ün sağlığının bozulduğu yönünde söylentiler çıkmaya başladı. Bu söylentiler diplomatlar arasında çıkmıştı. Hatay sorunun en gergin olduğu bir ortamda böyle söylentilerin çıkması doğru değildi ve Atatürk hastalığının yurtdışında duyulmasını hiç istemiyordu. Diplomatlar raporlarında Atatürk’ün yakında ölebileceği ihtimalini de belirtiyorlar ve Türk devlet gemisinin birdenbire motorsuz ve dümensiz kalacağı o gün için hazırlıklı olmak gerektiğini söylüyorlardı. Atatürk için ilaç siparişlerinin başladığı tarih 1938 yılının ilk günleridir. Atatürk 1938 yılına biraz hasta girdi. Doktor tavsiyeleriyle ilaç almaya, maden suyu içmeye ve özel bir rejim yapmaya başladı. Atatürk’ün hastalığı konusundaki ilk açıklamayı 24 Şubat 1938 akşamı Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi’ne yaptı ve Ata’nın “soğuk almış” olduğunu söyledi. Atatürk’ün hastalığı konusundaki ilk resmi açıklama da 30 Mart 1938 akşamı Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’nden Anadolu Ajansı aracılığıyla yapıldı ve Atatürk’ün “grip” olduğu söylendi. “Bu iyileşme sonun gecikmesidir” Atatürk’ün sağlığından ümidin kesildiğini ilk kez Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi 19 Ekim 1938 günü Londra’ya yazdığı “önemli” kaydını taşıyan iki satırlık telgrafla duyurdu: “Korkarım ki, Cumhurbaşkanı’nın durumu ümitsiz ve her an ölebilir. Krala duyuruldu.” 19 Ekim akşamı İngilizler cenaze töreni için hazırlıklara başlarken, Atatürk ilk komasından henüz çıkamamıştı ama üç gündür süren öldürücü kriz yavaş yavaş geçmeye başlamıştı. Atatürk’ün iyileşmeye başlaması üzerine 20 Ekim günü elçiliklere iletilen Atatürk’ün sağlık raporu şöyleydi: “Geceyi çok rahat geçirdiler. Asabi araz zail olmak derecesinde azalmıştır. Umumi hal daha iyi, nabız muntazam 102, teneffüs 20, hararet derecesi 36.8’dir.” Bu dört gündür yayınlanan sağlık raporlarının yedincisiydi ve diğerlerinden daha ümit vericiydi. 20 Ekim Cuma günü Atatürk komadan çıkmak, kendine gelmek üzereydi. O gün İngiliz Büyükelçisi Sir. P. Loraine, Londra’ya şu telgrafı çekti: “Cumhurbaşkanının genel durumunda hafif bir iyileşme var.Gizli: İyileşme sadece sonun gecikmesidir. O’nu ancak bir mucize kurtarabilir. Öğrendiğime göre vücudunda biriken su beyne gitmiş ve kendisini mantığından mahrum etmiştir. Krala duyurulması mercudur.” Atatürk komadan çıkar çıkmaz devlet işlerinin nasıl gittiğiyle ilgilendi ve çevresindekilerden bilgi aldı. O yıl kutlanacak olan Cumhuriyet’in 15. yıl kutlamaları Atatürk’ün rahatsızlığı dolayısıyla çok sönük geçti. TBMM’de yapılan törende tebrikleri Cumhurbaşkanı adına TBMM Başkanı Mustafa Abdülhalik Renda kabul etti. Atatürk Dolmabahçe’deki yatağındaydı ve o günü ve o geceyi çok düşünceli geçirmişti. Atatürk 15. Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla Türk ordusuna son bir defa seslenmek, orduya görevini hatırlatmak gereği duydu ve Mareşal Fevzi Çakmak’la birlikte Başbakan Celal Bayar’ın okuduğu aşağıdaki metni hazırladı:Hasta yatağından Ordu’ya hitap “Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk Ordusu: Memleketini en buhranlı ve müşkül anlarda zulümden, felaket ve musibetlerden ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmış isen Cumhuriyetin bugünkü feyizli devrinde de askerlik tekniğinin bütün modern silah ve vasıtaları ile mücehhez olduğun halde vazifeni aynı bağlılıkla yapacağına hiç şüphem yoktur. Bugün Cumhuriyetin 15. yılını mütemadiyen artan bir refah ve kudret içinde idrak eden büyük Türk milletinin huzurunda kahraman ordu, sana kalbi şükranlarımı beyan ve ifade ederken büyük ulusumuzun iftihar hislerine de tercüman oluyorum.

Türk vatanının ve Türklük camiasının şan ve şerefini dahili ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve ulusumuzun tam bir inanç ve itimadımız vardır. Büyük ulusumuzun orduya bahşettiği en son sistem fabrikalar ve silahlar ile bir kat daha kuvvetlenerek büyük bir feragatinefis ve istihkarı hayat ile her türlü vazifeyi ifaya müheyya olduğunuza eminim. Bu kanaatle kara, deniz, hava ordularımızın kahraman ve tecrübeli kumandanları ile subay ve eratını selamlar ve taktirlerimi bütün ulus müvacehesinde beyan ederim. Cumhuriyet Bayramının 15. yıldönümü hakkımızda kutlu olsun.” Son koma. Atatürk’ün son komasının tarihi 8 Kasım’dır. Doktorların en çok korktukları biriken suyun Atatürk’ün vücudundan alınması sorunuydu. Çünkü birinci defa karnı delinip su alındıktan sonra Atatürk komaya girmişti.Bir defa daha komaya girerse artık kurtulamayacağını doktorlar çok iyi biliyorlardı. Atatürk’ün doktorları Fransız Profesör Fiessinger’e telgrafla akıl danışıyordu. Fransız doktor bazı öğütlerde bulunuyordu ama bu öğütler uygulansa bile vücudunda biriken su çekilince arkasından koma durumunun geleceği belli gibiydi. Bu da Atatürk’ün ölümü demekti. Bu yüzden doktorlar Atatürk’ün vücudunda biriken suyun çekilmesini mümkün olduğunca ertelemeye çalışıyorlardı. 7 Kasım günü Atatürk artık daha fazla dayanamayacağını vücudundaki suyun derhal alınmasını emretti. Onu oyalamaya çalışan doktorlara sinirlenen Atatürk, çaresizlik içinde suyu alma hazırlığı içinde olan doktorlar odadan çıkınca Hasan Rıza Soyak’a döner ve kızgın bir sesle; “Niçin tereddüt ediyorlar, olacak olur” der. Aynı gün doktorlar Atatürk’ün vücudundaki suyu çekmeye başlarlar. Kendisi suyun hepsinin çekilmesini ve kaç litre su alındığının sayılmasını istemiştir ama doktorlar suyun hepsini çekmeye gitmemiştir. Vücudundan altı litre su alındığı halde kendisine 12 litre su alındığını söylemişlerdir. Atatürk vücudundaki suyun kısmen alınmasından yaklaşık 30 saat sonra, yani 8 Kasım günü saat 19.00 sularında ikinci komasına girmiştir. “Aleykümselam” Atatürk’ün Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak, Ata’nın bir daha çıkmayacağı ikinci komasından önce olanları şöyle anlatıyor: “O gün son gıda olarak saat 17.15’te dört kaşık elma suyu almıştı. Saat 18.35’te fenalaştığını bildirdiler. Dairesine koştum. Atatürk yatağının ortasına oturmuş, iki elini yanlarına dayamış mütemadiyen öğürüyor ve ‘Allah kahretsin’ diye söyleniyordu. Ara sıra da hizmetçilerin tuttukları tasa koyu kahverengi pıhtılaşmış kan çıkarıyordu. Nöbetçi doktor Abreveya ile o sırada yetişen Prof. Neşet Ömer İrdelp, kendisine yine bir taraftan ilaçlar enjekte etmeye, bir taraftan da buz parçaları yutturmaya başladılar. Bir aralık sağında bulunan tuvalet masası üzerindeki saate baktı. Herhalde iyi göremiyordu ki bana ‘Saat kaç?’ diye sordu. ‘Yedi efendim’ dedim. Aynı suali bir iki defa daha tekrar etti. Bu Ata’nın son sorusuydu. Biraz sükunet bulunca yatağa yatırdık.Başucuna sokuldum. ‘Biraz rahat ettiniz değil mi efendim’ diye sordum. ‘Eeee’dedi. Arkamdan Neşet Ömer İrdelp yanaşıp rica etti. ‘Dilinizi çıkarır mısınız efendim?’ Dilini ancak yarısına kadar çıkardı. Doktor İrdelp tekrar seslendi. ‘Lütfen biraz daha uzatınız.’ Nafile.. Artık söyleneni anlamıyordu. Dilini uzatacağı yerde tekrar tamamen çekti. Başını biraz sağa çevirerek Dr. İrdelp’e dikkatle baktı ve ‘Aleykümselam’ dedi. Bu onun son sözü oldu.” Memleket meseleleri Atatürk 29 Ekim Cumhuriyet bayramında olduğu gibi 1 Kasım 1938'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılış töreninde de bulunamadı. Hazırladığı açılış nutkunu Başbakan Celâl Bayar okudu. Atatürk bu nutkunda ülkenin imarı, sağlık hizmetleri ve ekonomi konularındaki faaliyetleri açıkladı. Bundan başka eğitim ve kültür konularına da temas edip gençliğin millî şuurlu ve modern kültürlü olarak yetişmesi için İstanbul Üniversitesi'nin geliştirilmesi, Ankara Üniversitesi'nin tamamlanması ve Van Gölü civarında bir üniversitenin kurulması için çalışmaların yapıldığını belirtti. Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarının çalışmalarından duyduğu memnuniyeti açıkladı. Ayrıca Türk gençliğinin kültürde olduğu gibi spor sahasında da idealine ulaştırılması için Beden Terbiyesi Kanunu'nun uygulamaya konulmasından duyduğu memnuniyeti belirtti. Atatürk, ölümüne kadar memleket ve devlet meselelerinden bir an olsun uzak kalmamıştı. Tören ve cenaze 16 Kasım günü Atatürk'ün tabutu, Dolmabahçe Sarayı'nın büyük tören salonunda katafalka konuldu. Üç gün üç gece, gözü yaşlı bir insan seli ulu önderine karşı duyduğu saygı, minnet ve bağlılığını ifade etti.

Cenaze namazı 19 Kasım günü Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırıldı. On iki generalin omzunda sarayın dış kapısına çıkarılan tabut, top arabasına konularak, İstanbul halkının gözyaşları arasında Gülhane Parkı'na götürüldü. Buradan bir torpido ile Yavuz zırhlısına nakledildi. Büyük Ada açıklarına kadar, donanmamız ve törene katılmak için gelmiş olan yabancı gemilerin eşlik ettiği Yavuz zırhlısı cenazeyi İzmit'e getirdi. Burada Yavuz zırhlısından alınan cenaze, özel bir trene kondu. Atalarına son saygı görevlerini yapmak üzere toplanan halkın kalbinde derin bir üzüntü bırakarak Ankara'ya getirilmek üzere hareket edildi. Atatürk'ün vefatı üzerine cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, bakanlar, Genelkurmay Başkam, milletvekilleri ile ordu ve devlet ileri gelenleri tarafından karşılanan cenaze, Türkiye Büyük Mîllet Meclisi önünde hazırlanan katafalka kondu. Ankara halkı da onun cenazesi önünden saygıyla geçerek son görevini yaptı. 21 Kasım 1938 Pazartesi günü, sivil ve askerî yöneticiler ile yabancı devlet temsilcilerinin hazır bulunduğu ve on binlerce insanın katıldığı büyük bir tören yapıldı. Daha sonra Atatürk'ün tabutu katafalktan alınarak Etnografya Müzesi’nde hazırlanan geçici kabre kondu. Anıtkabir Türk milleti daha sonra, bu büyük insana layık, Ankara Rasattepe'de bir Anıtkabir yaptırdı. 10 Kasım 1953'te Etnografya Müzesinden alınan Atatürk'ün naşı Anıtkabir'e getirildi. Burada yurdun her ilinden getirilmiş olan vatan toprakları ile hazırlanan ebedî istirahatgâhına yerleştirildi. Atatürk’ün Anıtkabir’e naklini Prof. Dr. Kamile Şevki Mutlu’nun 14 Mart 1964 Tıp Dergisine yazdığı yazıda şöyle anlatıyor: “8 Kasım 1953 Pazar. Gece saat 23.00. Ankara Yüksek caddesindeki evimde yatağımdayım. Başucumdaki telefon sesiyle gözümü açıyorum. Bademcik foküsüne bağlı sepsisten ateşim o gün 11 defa 40’a çıkmış inmiş ve beni pestile çevirmişti. Salondaki telefonda konuşmaya başlayan eşim Dr. Nusret Mutlu’nun sesini işitiyorum. Az sonra yatağıma geliyor ve Ankara valisi seninle konuşmak istiyor diyor. Vali, Ata’nın naşının anıt kabre nakli için kurulmuş ve o saatlerde çalışmakta bulunan komite namına beni vazifeye davet ediyordu. Tahnitli olarak muhafaza edilmekte olan azizi ölünün naşı, ananeye uyularak toprağa verileceğinden tarafımdan muayenesini kararlaştırmışlar. Basiretim bağlanmış olacak, hastalığımı anlatarak bu vazifeyi başka bir meslektaşımın yerine getirmesini ileri sürüyorum. Konuşmanın mahiyetini fark eden eşim, telefonda benim üzerimdeki ısrarlar iştirak ile “ben seni sarar sarmalar götürürüm, bu fırsat kaçırılır mı, tarihi vazife diye telaşlı işaretler yapıyor ve bir şeyler daha fısıldıyor.. Birden irkiliyorum ve ‘peki gelirim’ diyorum. Ertesi sabah 9 Kasım 1953 Pazartesi. Etnografya müzesinde aziz ölünün huzurundayız. Titriyorum. Eşim bütün kuvvetiyle tutmasa yere yuvarlanacağım. Komite üyeleri solumda geride duruyorlar. Yüksek teknik öğretmen okulundan on öğretmen önümdeler. Bana yardımcı olarak geceden isimlerini verdiğim adli tıp doçenti, kıymetli ve vefakar eski mesai arkadaşım Dr. Cahit Özen, Histoloji asistanım Dr. Şeref Yazgan ve Ankara Numune Hastanesi otopsi salonunda vaktiyle uzun yıllar benimle beraber çalışmış emektar Salih Kebapçı yanımdalar; gözümün içine bakıyorlar, çıt yok. Genç öğretmenlere gül ağacından yapılmış tabutun kapağını açmalarını söylüyorum. Ne çevik ve enerjik bir çalışma Vidaların sökülmesi dakika bile almıyor. Kapak kaldırıldı. Şimdi lehimli kurşun tabut görünüyor. Bunun kapağının yalnız üç kenarında lehimin sökülmesini istiyorum; bu da hemen yerine getiriliyor. Lehimi sökülmeyen kenarı üzerinde çevrilerek kapağın açılmasıyla derin bir huzura kavuşuyorum; çünkü naaş ile tabut arasındaki boşlukları silme dolduran ince talaş tozu ıpıslak. Ve tahnit solüsyonundaki şimik maddelerin kokusunu almaktayım. Heyecanım artıyor. Demek Ata’nın maddi varlığını, fani hayatına son verdiği andaki durumu ile görebileceğim. Halbuki kulaklarımıza ne dedikodular gelmişti; tahnit iyi yapılmamış, pütrifikasyon neticesi husule gelen gazlarla tabut patlamış, nöbetçi er korkusundan bayılmış vs. vs... Bu söylentilerden bir patolog olarak yıllarca nasıl üzülmüştüm. Şimdi ise şu ıslak talaş tozu bana her işin yolunda yapılmış olduğunu kesin olarak haber veriyordu. Talaş tozu tabutun ayak tarafına doğru toplandı. Naaş kahve rengi muşamba ile sarılı olarak göründü. Yüzünü örten ıslak pamuk kitlesi kaldırıldı ve Ata’nın mü-heykel yüzü ile karşılaştım. Ata ve eseri bir an birbirimize bakıştık sanki... Uzun kaşlarından ince bir tutam sol göz kapağının üzerine inmiş, Ata sanki, 15 yıl önce Dolmabahçe Sarayı’ndaki hasta yatağında uyuyor... Ağzımdan hemen şu sözler döküldü: Bu tahniti eski Gülhane hocalarından Prof. Dr. Lütfi Aksu yapmıştı. Kendisi iki sene önce rahmetli oldu. Nur içinde yatsın. Evet, ideal bir tahnitti bu. Rahmetli hoca kullandığı solüsyondan birer şişeye doldurup ağızlarını lehimlemiş, üzerlerine yapıştırdığı etiketlere terkibini kaydetmeyi de ihmal etmemiş ve bunları Ata’nın kolları arasına yerleştirmişti. Başımı çevirdiğim zaman kimse nefes bile almıyor zannettim. Aşağıda duran komite üyelerine ‘Yüzünü görmek ister misiniz’ dedim. Ansızın bir ürperti, bir geri çekilir gibi hareket ve sonra yine derin bir sükut... Saygı duruşunda bulunan subaylara varıncaya kadar, herkesin bir bir katafalka çıktığını ve Abdülhalik Renda’nın aziz ölünün yüzü ile karşılaşır karşılaşmaz tabutun yanına yıkıldığını unutamam. O arada Doç Dr. Cahit Özen elimi öpüyor ve heyecanla şunları söylüyor: ‘Hocam sağ olun, bana bu tarihi günü yaşattınız.’

Komite üyelerine naşın tahta tabuta hemen o gün konulmasının mahzurlarını ve bu işin anıt kabre nakil töreninin yapılacağı ertesi sabahın erken saatlerine bırakılmasının fenni zaruretini açıklıyorum. Numune hastanesine gönderdiğim Dr. Şeref Yazgan’a bir miktar fiksatör hazırlatıp kurşun tabut içine ilave ediyoruz. Kapak yeniden lehimleniyor. Üzerine gül ağacından tabut kapağı da konuluyor ve oradan ayrılıyorum. Ertesi gün 10 Kasım 1953 Salı. Yataktan kalkamayacak haldeyim. Doç. Dr. Cahit Özen, Dr. Şeref Yazgan ve emektar Salih bir gün önce verdiğim talimat üzerine çalışacaklar. Kendim işin başında bulunamayacağımdan huzursuzlaştığımı gören eşim bu ekibe katılmak üzere erkenden evden çıkıyor. Ne yazık ki ben hiç olmazsa töreni radyodan rahat rahat izleyecek durumda dahi değildim. Naşın toprağa verilmesine kadar oradan ayrılmayan eşim akşam eve döndüğünde, Ata’nın gözkapaklarını düzeltirken ellerinde kalmış olan kaşlardan birkaç tane getirdi. Çok ilgi çekici bir olayı da anlattı. Aziz ölü tahta tabuta nakledilirken, birisi Doç. Dr. Cahit Özen’e katlanmış küçük bir kağıt uzatarak ‘Hemşehrisi yolladı, koynuna koyacakmışsınız’ demiş. Cahit Özen kağıdı açıp bakmış, eski Türkçe yazılı olduğunu görünce bir lahza duraklamış, sonra ‘Ben bunu koymam, Atatürk bana kızar’ demiş ve koymamış. Genç tıbbiyeli; yukardan beri anlattıklarım, tarihi bir olayın müspet vesikası olmaktan başka bir değer taşımaz. Senin asıl üzerinde duracağın nokta Cahit Özen’in iliklerine kadar işlemiş bir Atatürkçülüğü sembolize eden sözleridir. Ata’yı ve devrimlerini anlamayanlar bu yazıyı da okuyunca, belki onu yine dinsizlikle itham edeceklerdir. Halbuki, O memleketin yüzyıllar boyunca geri kalmasındaki faktörlerin başında cehalet ve yobazlığın zalim rolünü görmüş, hurafelerden kurtulmanın ve orta çağ atmosferinden sıyrılıp çağdaş devre ulaşmanın tek yolunu ‘Hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ vecizesiyle dile getirmiştir. Dinin emri de budur.”

Kaynaklar : 1-Atatürk’ün Hastalığı, Bilal N. Şimşir, Türk Tarih Kurumu Yayınları2-Bilim Teknik Dergisi, Nisan 1995 Sayı 3293-Atatürk’ün Son Günleri, Cemal Kutay, Boğaziçi Yayınları4-Atatürk’ün Son Günleri, Kılıç Ali, Sel Yayınları5-Belge ve Fotoğraflarla Atatürk’ün Hayatı, Osman Bircan, Milli Eğitim Bakanlığı Araştırma İnceleme Dizisi
Aziz ölü tahta tabuta nakledilirken, birisi Doç. Dr. Cahit Özen’e katlanmış küçük bir kağıt uzatarak ‘Hemşehrisi yolladı, koynuna koyacakmışsınız’ demiş. Cahit Özen kağıdı açıp bakmış, eski Türkçe yazılı olduğunu görünce bir lahza duraklamış, sonra ‘Ben bunu koymam, Atatürk bana kızar’ demiş ve koymamış. Genç tıbbiyeli; yukardan beri anlattıklarım, tarihi bir olayın müspet vesikası olmaktan başka bir değer taşımazsaol abi çoK güseldi