:: Duygusuz.com - Dostluk ve Arkadaşlık Sitesi

Orjinalini görmek için tıklayınız: Atatürk'ün Kişisel Özellikleri ve Çeşitli Yönleri
Şu anda (Arşiv) modunu görüntülemektesiniz. Orjinal Sürümü Görüntüle internal link
Ata'nın kişisel özellikleri ve çeşitli yönleri
Büyük bir asker, büyük bir devlet adamı ve büyük bir devrimci.
Büyük bir adamı durmadan övmek, onun büyüklüğünü anlatmak demek değildir. Bu büyüklüğün nedenlerini ortaya koymak da gerekir. Büyük devrimcilerin kişiliğini var eden üç özellik vardır. Akıl özelliği, gönül özelliği, eylem özelliği. Atatürk'te bu üç özelliğin üçü de vardı. Atatürk'ün hayatnı gerektiği gibi inceleyenler çok iyi bilirler ki O'nun kişiliğini özleştiren varlıklardan biri düşüncelerinde, sözlerinde eylemlerinde beliren saydamlık, kesinliktir. O'nun şu kısa sözleri, bu gerçek için bir örnektir.
"İki Mustafa Kemal vardır. Biri ben, fani Mustafa Kemal, diğeri milletin daima içinde yaşattığı Mustafa Kemal idealidir." İşte Atatürk bütün dünya olaylarını böyle, kesinlikle, saydamlıkla görüyor, bu olaylar karşısındaki davranışlarını da yine bu kesinlikle, saydamlıkla belirtiyordu.
Akıl Kişiliği
Atatürk'ün akıl kişiliğini yaratan özlerden biri olağanüstü diyebileceğimiz sezgi gücüdür. Atatürk sosyolog, psikolog değildi. Bu yolda direnmesi de yoktu. Ancak, kendisinde herhangi bir bilginde bulunmayan öyle bir sezgi gücü vardı ki, gerçekleri kavramakta, henüz olmamışların olabileceğini duymakta bilim adamlarını bile geçiyordu. İşte bu büyük adamın milliyet anlayışı, dil anlayışı, sanat anlayışı bu görüşümüzün ne kadar doğru olduğunu gösteren belgelerdir.
Fikir Kişiliği
Atatürk'ün fikir kişiliğini incelerken devrimciliği üzerinde de durmak gerekmektedir. Kendisinden önce gelip geçenler arasında en çok yaygın olan düşünce yavaş yavaş gelişme düşüncesi idi. Ancak kendisi gibi devrimin yıkım ile başlayıp evrim ile sona ereceğini düşünenler yok gibi idi.
Atatürk yıkım ile başlamış, devrim evresine girmiş, hilafetin kaldırılması, harf devrimi, dil devrimi hep bu metodla yapılmıştır.
Gönül Kişiliği
Gönül kişiliğine gelince, Atatürk'ün çocukluğundan beri ola gelen bütün davranışlarında en çok göze çarpan, özelliği gururu, benliğidir. Bu özelliğini her davranışında buluyoruz. Atatürk'ün gönül zenginligini belirten olaylardan biri de O'ndaki çocuk sevgisinin büyüklüğüdür. Nerede kabiliyetli yoksul çocuk görse onu yetiştirip yükseltmek istemiştir. "Bir millet sanattan ve sanatkardan mahrumsa, tam bir hayata malik olamaz. Böyle bir millet, bir ayağı topal, bir kolu çolak, sakat ve alil bir kimse gibidir. Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir" diyen Atatürk, aynı zamanda bir sanatçıdır. Yeni Türkiye Devletine modern devlet ölçüleri kazandırırken, yeni Türk sanatının çağdaş anlamda gelişmesi ve ilerlemesi için yeni bir espri getirmiş ve yeni bir yol açmıştır. Atatürk'ü sanatçı yapan kişise meziyetleri vardır.
Sanatçı psikolojisine sahiptir, yaratıcı bir yanı vardır ve kalbi insanlığa açıktır.
Yaratıcı ve yaşatıcı fikirler arasında konumuzla ilgili olanlardan ikisi şunlardır. "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir." "Yüksek bir insan cemiyetinin tarihi vazifesi, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir."
Sanatçı karakteri
Sanat ve özgürlük, birbirine paralel yürüyen iki kavramdır. Özgürlük, Atatürk'ün temel karakteridir. Kendisi de bunu 'Hürriyet ve istiklal benim karekterimdir" sözüyle belirtmektedir. Bu nokta da Atatürk'e sanatçı karakteri kazandıran ikinci özelliktir. Sanatçı, duygularını yansıtmakta özgür olmadığı an, ortaya bir eser koyamaz.
Bir gerçektir; ilim ve sanat insanlığın iki kanadıdır. Sanatçıların Atatürk'e diğer bütün sanat erbabından daha fazla şükran hisleriyle bağlı olması gerekir. Çünkü bu büyük insan sanatçıları, normal mahkemelerde bile şahit olarak kabul edilmedikleri bir ortamdan çekip çıkarmış, "Herkes mebus, vekil ve hatta reisicumhur olabilir. Fakat sanatkar olamaz" tarihi sözleriyle sanatkarlara toplumdaki yerini göstermiştir.
Kendi, çocukluğundan beri dinlediği alaturka müziği sevdiği halde, çok sesli müziğin batılaşmakta ve ileri uygarlıktaki fonksiyonunu gördüğünden kendi hislerini bir tarafa itmiş ve çok sesli müziğin memleketimizde yayılabilmesi için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Ankara Devlet Konservatuvarı, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası hep O'nun eseridir. Atatürk olmasaydı bütün Türkiye olarak iftihar ettiğimiz hangi sanatçımız ortaya çıkabilirdi ki?
En büyük asker
İstiklal Savaşı'nın askerlik bakımından büyük olan önemi Gazi'yi tarihin en büyük askerleri düzeyine çıkartmıştır.
Fakat devlet adamı olarak savaş meydanlarındaki başarılarına daha güçlü başarılar katmasını bildiği için O insanlığın en güçlü eğitimcileri arasına yükselmiştir. Şurası bir gerçektir ki Cumhuriyet eğitimi, O'nun öncülüğünde kazandığı bu yeni değerleri Türk insanına, Türk varlığına mal etme savaşının ve çabalarının verimi olan bir eğitim dönemidir.
Başöğretmenlik
Başkomutanlık Meydan Savaşı'nın Dumlupınar'da yapılan kutlama törenindeki konuşmasından sonra, "Cumhurbaşkanı olmasaydınız ne olmak isterdiniz" diye soran bir gazeteciye : "Milli eğitimin başına geçmek isterdim" diye cevap vermesi Mustafa Kemal'in öğretim ve eğitimle olan ilişkilerini ifade etmektedir


Atatürk’ün matematik üzerine yaptığı çalışmalar hakkında bilgi verir misiniz?( Ahmet Öter)

Mustafa Kemal Atatürk’ün matematik üzerine yaptığı çalışmalar hakkında, Bilim ve Teknik dergisinin 216. Sayısında yayımlanan Atatürk’te Rasyonel ve Matematiksel Düşünce makalesinden yararlanabilirsiniz. Cemil Uğurlu’nun hazırladığı bu makaleden bazı alıntılar yaparak Ata’nın matematik üzerine yaptığı çalışmalara birkaç örnek verelim.
“Ben öğrenim devrimde matematik konusuna çok önem vermişimdir ve bundan yaşamımın çeşitli aşamalarında başarı elde etmek için yararlanmış olduğumu söyleyebilirim.” Ata’ya ait bu sözlerden de anlaşılacağı gibi onun matematiğe olan ilgisi asla öğrenim yaşamıyla sınırlı kalmadı. O matematik zekasıyla ülkemizde akılcılık ve bilimsel düşünme çağını açtı. Matematik öğretenlere hazırladığı ve anıtsal bir eser olarak nitelendirilen Geometri kitabını yazdı. Bu kitapta ilk kez Ata’nın saptadığı ve günümüze kadar değişmeden gelen 50 kadar matematik terimi tanımlanmaktadır.
Gülgûn Akbaba

atatürkün dil ile ilgili yaptığı çalışmalar
________________________________________
Türk Dil Kurumu, Türk Dili Tetkik Cemiyeti adıyla 12 Temmuz 1932'de Atatürk'ün talimatıyla kurulmuştur. Cemiyetin kurucuları, hepsi de milletvekili ve dönemin tanınmış edebiyatçıları olan Sâmih Rif'at, Ruşen Eşref, Celâl Sahir ve Yakup Kadri'dir. Kurumun ilk başkanı Sâmih Rif'at'tır. Türk Dili Tetkik Cemiyetinin amacı, "Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek" olarak tespit edilmiştir. Atatürk'ün sağlığında, 1932, 1934 ve 1936 yıllarında yapılan üç kurultayda hem Kurumun yönetim organları seçilmiş, hem dil politikası belirlenmiş, hem de bilimsel bildiriler sunulup tartışılmıştır. 26 Eylül-5 Ekim 1932 tarihleri arasında Dolmabahçe Sarayı'nda yapılan Birinci Türk Dili Kurultayı sonunda Kurumun "Lügat-Istılah, Gramer-Sentaks, Derleme, Lenguistik-Filoloji, Etimoloji, Yayın" adları ile altı kol hâlinde çalışmalarını sürdürmesi kabul edilmiştir. Sonraki kurultaylarda bu kollardan bazıları ayrılmış, bazıları tekrar birleştirilmiş; fakat ana çatı değiştirilmemiştir. 1934'te yapılan kurultayda Cemiyetin adı, Türk Dili Araştırma Kurumu; 1936'daki kurultayda ise Türk Dil Kurumu olmuştur.

Türk Dil Kurumu başlangıçtan beri çalışmalarını iki ana eksen üzerinde yürütmüştür:
1. Türk dili üzerinde araştırmalar yapmak, yaptırmak;
2. Türk dilinin güncel sorunlarıyla ilgilenerek çözüm yolları bulmak
Atatürk'ün kendisi de Türk dili üzerindeki yerli ve yabancı araştırmaları bizzat inceleyerek, dönemindeki bilginleri Türk dili üzerinde araştırmalar yapmaya yönlendirmiştir. Nitekim Türk dilinin en eski anıtları olan Göktürk (Runik) yazılı metinlerin ilk iki cildi onun sağlığında yayımlanmış; 1940'larda yayın hayatına çıkabilen Divanü Lügati't-Türk, Kutadgu Bilig gibi eserler üzerinde de yine onun sağlığında çalışılmaya başlanmıştır. Daha sonra birçok cilt hâlinde ortaya çıkacak olan Tarama ve Derleme Sözlüğü'yle ilgili çalışmalar da Atatürk'ün sağlığında başlamıştır. Tarama Sözlüğü, 13. yüzyılda başlayan Batı Türkçesinin eski eserlerinin taranmasıyla; Derleme Sözlüğü, Anadolu ağızlarında kullanılan kelimelerin derlenmesiyle oluşturulmuş büyük sözlüklerdir. Çağdaş Türkçenin grameri, sözlüğü, imlâsı ve terimleriyle ilgili çalışmalar da Atatürk tarafından ilgiyle izlenmiştir.

Türk Dil Kurumunun kuruluşuyla birlikte çağdaş Türkçede çok hızlı bir arılaştırma akımı da başlamıştır. Bizzat Atatürk'ün öncülük ettiği, Türk dilinin yabancı kökenli sözlerden temizlenmesi akımı 1935 güzüne kadar sürmüş; halkın diline girip yerleşmiş kelimelerin dilden atılması işleminden bu tarihte vazgeçilmiştir. Atatürk'ün ölümünden sonra öz Türkçe akımı Türk aydınları arasında sürekli tartışılan bir konu olmuş ve özellikle 1960'tan sonra Türk Dil Kurumu bu akımın öncülüğünü yapmaya devam etmiştir. 1980'den sonra tartışmalar durulmuş, bilimsel çalışmalar hız kazanmıştır.

Atatürk, ölümünden kısa bir süre önce yazdığı vasiyetname ile mal varlığını Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumuna bırakmıştır. Bu iki kurumun bütçesi bugün de Atatürk'ün mirasından karşılanmaktadır. Bu miras bugün Türkiye'nin en büyük bankalarından biri olan Türkiye İş Bankası sermayesinin %28,9'unu oluşturmaktadır.

Türk Dil Kurumunun yapısıyla ilgili ilk önemli değişiklik 1951 yılındaki olağanüstü kurultayda yapılmıştır. Atatürk'ün sağlığında Millî Eğitim Bakanının Kurum başkanı olmasını sağlayan tüzük maddesi 1951'de değiştirilmiş; böylece Kurumun devletle bağlantısı koparılmıştır. İkinci önemli yapı değişikliği 1982-1983 yıllarında gerçekleştirilmiştir. 1982'de kabul edilen ve şu anda da yürürlükte olan Anayasa ile Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu, bir Anayasa kuruluşu olan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu çatısı altına alınmış; böylece devletle olan bağlar yeniden ve daha güçlü olarak kurulmuştur.

Atatürk, 1 Kasım 1936'da Türkiye Büyük Millet Meclisinin V. dönem 2. yasama yılını açış konuşmasında Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumunun geleceği ile ilgili dileklerini şu sözlerle dile getirmişti:

Başlarında değerli Eğitim Bakanımız bulunan, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumunun her gün yeni gerçek ufuklar açan, ciddî ve aralıksız çalışmalarını övgü ile anmak isterim. Bu iki ulusal kurumun, tarihimizin ve dilimizin, karanlıklar içinde unutulmuş derinliklerini, dünya kültüründe başlangıcı temsil ettiklerini, kabul edilebilir bilimsel belgelerle ortaya koydukça, yalnız Türk ulusunun değil, bütün bilim dünyasının ilgisini ve uyanmasını sağlayan, kutsal bir görev yapmakta olduklarını güvenle söyleyebilirim. (Alkışlar)Tarih Kurumunun Alacahöyük'te yaptığı kazılar sonucunda, ortaya çıkardığı beş bin beş yüz yıllık maddî Türk tarih belgeleri, dünya kültür tarihinin yeni baştan incelenmesini ve derinleştirilmesini gerektirecektir. Birçok Avrupalı bilim adamının katılması ile toplanan son Dil Kurultayının aydınlık sonuçlarını görmekle çok mutluyum. Bu ulusal kurumların az zaman içinde ulusal akademilere dönüşmesini dilerim. Bunun için, çalışkan tarih, dil ve bilim adamlarımızın, bilim dünyasınca tanınacak orijinal eserlerini görmekle mutlu olmanızı dilerim.

1920'li yıllara gittiğimizde, Atatürk'ün müzik sanatı üzerine yaptığı konuşmalardan en erken tarihli olanlardan biri, 1925 yılında İzmir Kız Sanat Okulu'ndaki kızlara seslenişidir. Burada "Hayat musikidir. Musikiyle alakası olmayan mahlukat insan değildir. Musikisiz hayat zaten mevcut değildir" gibi bir ifadeyle karşılaşırız. Birkaç yıl sonra, 1928 yılında Sarayburnu konuşmasında da müzik üzerine düşüncelerini ortaya koyar. Ancak, Atatürk'ün müzik sanatı üzerine en etkileyici ifadelerinden biri, 1930 yılında bir Alman gazetecinin kendisiyle yaptığı röportajda ortaya çıkar. Muhabir şöyle bir soru yöneltir Atatürk'e: "Şarkın yegâne anlayamadığımız bir fenni varsa o da musikisidir..." Bunun üzerine Atatürk: "Bunlar hep Bizans'tan kalma şeylerdir. Bizim hakiki musikimiz Anadolu halkında işitilebilir" diyerek muhabirin sözünü keser.
Saygun, kitabında Atatürk'ün bu sözlerini şöyle değerlendirir: "Sarayburnu konuşmasındaki ‘Şark musikisi' deyimi, burada yerini ‘Bizans musikisi'ne bırakıyor. Burada kastolunan musiki, açıkça anlaşılacağı üzere, bizim özellikle İstanbul'da ve gene özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda büyük gelişme gösterdikten sonra 19. yüzyılın ortalarından bu yana hamlesini ve gücünü yitirmiş olan musikidir." Besteci, Atatürk'ün o yıllarda, öncelikle Türk alfabesini ortaya koyarak, Türk dilini Arap ve Fars etkisinden kurtarmanın ve bunun için Anadolu'ya ve bütün Türk âlemine yönelmeye doğru kesin adımını atmaya hazırlandığı sırada, musiki için de aynı yoldan gitmenin doğru olacağını düşündüğünü vurgular ve şöyle devam eder: "Ne olursa olsun Atatürk'ün uzun bir düşünüşün ve değerlendirişin sonucu gibi 1930 yılında ortaya attığı halk musikisinin onun gözünde çoksesli çağdaş Türk musikisinin doğuşunda ve gelişmesinde temel kaynak olarak aldığı anlaşılıyor." Buradan, çağdaş Türk müziğinin temelini halk müziğinin oluşturacağı ve bu müziğin muasır medeniyetler seviyesindeki ülkelerin müzik tekniklerinde olduğu gibi işleneceği sonucu ortaya çıkar.
Müzikten biraz uzaklaşıp dönemin kültürel olaylarına baktığımızda, Atatürk'ün himayelerinde 1931 yılında Türk Tarih Tetkik Cemiyeti'nin (1935'te Türk Tarih Kurumu adını alır), 1932'de de Türk Dil Kurumu'nun kurulduğunu görüyoruz. Bu kurumlarla ilgili genel bilgilere baktığımızda, kaynaklarda görebileceğimiz gibi, buralarda Türk tarihi ve Türkiye ile ilgili ana kaynaklar saptanacak, bilimsel çalışmalar yapılacak ve yayınlanacaktır. Burada ortaya atılan Türk tarihi tezinin ana hatlarında, o dönemin müzik politikasıyla birebir paralellik kurulduğu görülür. Türk tarih tezinin temelinde, dokuz maddeden oluşan bir sıralama söz konusudur. Özetle şöyle der bu tez: İnsanlığın beşiği Orta Asya'dır, hayat en evvel orada başladı ve en evvel orada tekamül etti. Dünyanın ilk medeniyeti Orta Asya'da ve Orta Asya'nın asli halkı ve ilk sakini olan Türk ırkı tarafından kuruldu. Avrupa ve Asya münasebetleri hadiselerinden büyük göçler, garptan şarka doğru değil, daima şarktan garba doğru olmuştur. Türk dili anadildir. Türklüğün en eski tarihi Orta Asya'da olduğu kadar, Anadolu'da da mütalaa edilebilir.
Burada, yeni Türk medeniyetinin kültürel kökenlerinin Orta Asya'da olduğu, bunun uzantısı olarak Anadolu'da da bu etkilerin aranabileceği vurgulanır. O dönemin belli başlı kitaplarına, özellikle ders kitaplarına bakıldığında, genelde Türk tarih tezinin şöyle özetlendiği görülür: Osmanlı tarih tezinin milleti ihmal ve inkâr etmesine karşın, Mustafa Kemal'in tezi milleti alır, araştırır, okur, anlatır ve bütün millet ve hayat istikbaline ait düsturları ancak onun geçmiş hayatından, onun tarihinden çıkarır.
Saygun 1931 yılında, 20'li yaşlarını süren genç bir besteci olarak Paris'teki eğitimini tamamlayıp yurda döndüğünde, kendini kültürel tartışmaların yoğunlaştığı bir ortamda bulur. Bu tartışmaların temelinde, Osmanlı-Türk kutuplaşması ya da başka bir deyişle batı-doğu kutuplaşması yatmaktadır. Entelektüel boyutu çok derin, genç bir besteci olarak bu konulara duyarsız kalamaz.
Bu yıllarda Türkiye'de reform hareketleri büyük bir atılımla gerçekleştirilmekteydi. Kültür reformu bağlamında, diğer sosyal alanlarda olduğu gibi müzik alanında da amaçlanan Batılılaşma ve ulusallaşma sürecinin doğal bir sonucu olarak Osmanlı kültürüyle bağları koparma eğilimi ağır basmaktaydı. Ve o yıllarda ülkenin kültür yaşamındaki doğu-batı, Osmanlı-Türk tartışması Saygun'un estetik görüşlerine olduğu kadar bilimsel çalışmalarına da yön vermişti. Bu bilimsel çalışmalarına şöyle göz attığımızda, özellikle 1934 yılı itibarıyla Atatürk'ün direktifleri üzerine araştırmaya giriştiği, daha sonra da kendilerine sunduğu ve yayımladığı çalışmasını görürürz: Türk Halk Musikisinde Pentatonizm . Saygun, daha önceki dönemden başlayarak pentatonizm konusuna diğer Avrupalı bestecilerin ve müzikologların da eğildiğini görür ve estetik açıdan da pentatonizmle ilgilenir. Özellikle 1930'larda, Türk kültürünü halk kültürü merkezinde yaratıp Osmanlı ve dolayısıyla Arap-İran etkisinden kurtarmak amacı güden dönemin ulusalcılık temelli kültür ve ideolojisinin bir uzantısı olarak pentatonizmi dikkate alır. Bu konuyla o dönemde Türkiye'de önemli bir isim daha ilgileniyordu; hatta onun çalışması daha önceki yıllara, 1920'lere dayanıyor. Bu değerli bilim adamı Mahmut Ragıp Gazimihal'dir. Gazimihal yine Saygun gibi Anadolu halk türküleri üzerindeki pentatonizm etkilerini araştırmış ve çok önemli birtakım sonuçlara varmıştır.
Saygun'un pentatonizmle ilgili çalışmalarında Atatürk'e sunduğu, daha doğrusu önce Atatürk'le bizzat görüştüğü ve sonra da Türk Tarih Kurumu'na verdiği raporun maddelerine baktığımızda az önce özetini vermeye çalıştığım Türk tarih teziyle paralellikler görürüz. Maddelerin sayısı bile neredeyse aynıdır. Besteci, "Pentatonizm beşeriyetin musiki yürüyüşünde her ırkta müşterek bir yol değildir, tamamıyle ırki bir hususiyeti vardır. Pentatonizm Türkün musikideki damgasıdır. Pentatonizm nerede varsa, orada oturanlar Türklerdir. Türkler eski çağlarda oralarda bir medeniyet kurarak bu yerleri tesir altında bırakmışlardır. Pentatonizmin anayurdu, Türklerin anayurdu olan Orta Asya'dır. Yayılış istikametleri Türklerin yayılış istikametleridir. Muhtelif pentatonik karakterler arasında yapılacak mukayeseler bize tarih bakımından çok mühim neticeler verecektir. Bu karşılaştırmalar anayurttan çok uzakta bulunan Türklerin menşelerini ortaya koymak imkânlarını verecektir." Bu raporu Atatürk'e sunduğu sırada, Orta Asya'dan pentatonizmin diğer coğrafi bölgelere nasıl yayıldığını gösteren bir harita eklemiş ve Türkiye Türkünün duyuşlarını anlatmak amacıyla da birkaç türkünün analizini yapmıştır. Analizini yaptığı türkülerde genelde pentatonizm dediğimiz dizilerin kullanıldığını da açıkça göstermiştir. Hatta Saygun, bu çalışmasında bir hamle daha yaparak alaturka müziğin kökeninde de pentatonizmin olduğunu açıkça ifade etmiştir. Burada raporunda açıkça yazdığı bir dipnottan alıntı yapmak istiyorum: "Kanaatime göre, alaturka denen musikinin kökü de pentatoniktir. Yani alaturka musiki sistemi pentatonizmden çıkarılmış ve kendi sahasında inkişaf ederek müstakil bir sistem haline gelmiştir. Böyle olunca halk musikisini alaturka musiki sistemine göre izah etmek değil, alaturka musiki kökünün halk musikisi sistemiyle alakasını göstermek daha doğru olacaktır."
Saygun, kitabında Atatürk'ün bu sözlerini şöyle değerlendirir: "Sarayburnu konuşmasındaki ‘Şark musikisi' deyimi, burada yerini ‘Bizans musikisi'ne bırakıyor. Burada kastolunan musiki, açıkça anlaşılacağı üzere, bizim özellikle İstanbul'da ve gene özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda büyük gelişme gösterdikten sonra 19. yüzyılın ortalarından bu yana hamlesini ve gücünü yitirmiş olan musikidir." Besteci, Atatürk'ün o yıllarda, öncelikle Türk alfabesini ortaya koyarak, Türk dilini Arap ve Fars etkisinden kurtarmanın ve bunun için Anadolu'ya ve bütün Türk âlemine yönelmeye doğru kesin adımını atmaya hazırlandığı sırada, musiki için de aynı yoldan gitmenin doğru olacağını düşündüğünü vurgular ve şöyle devam eder: "Ne olursa olsun Atatürk'ün uzun bir düşünüşün ve değerlendirişin sonucu gibi 1930 yılında ortaya attığı halk musikisinin onun gözünde çoksesli çağdaş Türk musikisinin doğuşunda ve gelişmesinde temel kaynak olarak aldığı anlaşılıyor." Buradan, çağdaş Türk müziğinin temelini halk müziğinin oluşturacağı ve bu müziğin muasır medeniyetler seviyesindeki ülkelerin müzik tekniklerinde olduğu gibi işleneceği sonucu ortaya çıkar.
Müzikten biraz uzaklaşıp dönemin kültürel olaylarına baktığımızda, Atatürk'ün himayelerinde 1931 yılında Türk Tarih Tetkik Cemiyeti'nin (1935'te Türk Tarih Kurumu adını alır), 1932'de de Türk Dil Kurumu'nun kurulduğunu görüyoruz. Bu kurumlarla ilgili genel bilgilere baktığımızda, kaynaklarda görebileceğimiz gibi, buralarda Türk tarihi ve Türkiye ile ilgili ana kaynaklar saptanacak, bilimsel çalışmalar yapılacak ve yayınlanacaktır. Burada ortaya atılan Türk tarihi tezinin ana hatlarında, o dönemin müzik politikasıyla birebir paralellik kurulduğu görülür. Türk tarih tezinin temelinde, dokuz maddeden oluşan bir sıralama söz konusudur. Özetle şöyle der bu tez: İnsanlığın beşiği Orta Asya'dır, hayat en evvel orada başladı ve en evvel orada tekamül etti. Dünyanın ilk medeniyeti Orta Asya'da ve Orta Asya'nın asli halkı ve ilk sakini olan Türk ırkı tarafından kuruldu. Avrupa ve Asya münasebetleri hadiselerinden büyük göçler, garptan şarka doğru değil, daima şarktan garba doğru olmuştur. Türk dili anadildir. Türklüğün en eski tarihi Orta Asya'da olduğu kadar, Anadolu'da da mütalaa edilebilir.
Burada, yeni Türk medeniyetinin kültürel kökenlerinin Orta Asya'da olduğu, bunun uzantısı olarak Anadolu'da da bu etkilerin aranabileceği vurgulanır. O dönemin belli başlı kitaplarına, özellikle ders kitaplarına bakıldığında, genelde Türk tarih tezinin şöyle özetlendiği görülür: Osmanlı tarih tezinin milleti ihmal ve inkâr etmesine karşın, Mustafa Kemal'in tezi milleti alır, araştırır, okur, anlatır ve bütün millet ve hayat istikbaline ait düsturları ancak onun geçmiş hayatından, onun tarihinden çıkarır.
Saygun 1931 yılında, 20'li yaşlarını süren genç bir besteci olarak Paris'teki eğitimini tamamlayıp yurda döndüğünde, kendini kültürel tartışmaların yoğunlaştığı bir ortamda bulur. Bu tartışmaların temelinde, Osmanlı-Türk kutuplaşması ya da başka bir deyişle batı-doğu kutuplaşması yatmaktadır. Entelektüel boyutu çok derin, genç bir besteci olarak bu konulara duyarsız kalamaz.
Bu yıllarda Türkiye'de reform hareketleri büyük bir atılımla gerçekleştirilmekteydi. Kültür reformu bağlamında, diğer sosyal alanlarda olduğu gibi müzik alanında da amaçlanan Batılılaşma ve ulusallaşma sürecinin doğal bir sonucu olarak Osmanlı kültürüyle bağları koparma eğilimi ağır basmaktaydı. Ve o yıllarda ülkenin kültür yaşamındaki doğu-batı, Osmanlı-Türk tartışması Saygun'un estetik görüşlerine olduğu kadar bilimsel çalışmalarına da yön vermişti. Bu bilimsel çalışmalarına şöyle göz attığımızda, özellikle 1934 yılı itibarıyla Atatürk'ün direktifleri üzerine araştırmaya giriştiği, daha sonra da kendilerine sunduğu ve yayımladığı çalışmasını görürürz: Türk Halk Musikisinde Pentatonizm . Saygun, daha önceki dönemden başlayarak pentatonizm konusuna diğer Avrupalı bestecilerin ve müzikologların da eğildiğini görür ve estetik açıdan da pentatonizmle ilgilenir. Özellikle 1930'larda, Türk kültürünü halk kültürü merkezinde yaratıp Osmanlı ve dolayısıyla Arap-İran etkisinden kurtarmak amacı güden dönemin ulusalcılık temelli kültür ve ideolojisinin bir uzantısı olarak pentatonizmi dikkate alır. Bu konuyla o dönemde Türkiye'de önemli bir isim daha ilgileniyordu; hatta onun çalışması daha önceki yıllara, 1920'lere dayanıyor. Bu değerli bilim adamı Mahmut Ragıp Gazimihal'dir. Gazimihal yine Saygun gibi Anadolu halk türküleri üzerindeki pentatonizm etkilerini araştırmış ve çok önemli birtakım sonuçlara varmıştır.
Saygun'un pentatonizmle ilgili çalışmalarında Atatürk'e sunduğu, daha doğrusu önce Atatürk'le bizzat görüştüğü ve sonra da Türk Tarih Kurumu'na verdiği raporun maddelerine baktığımızda az önce özetini vermeye çalıştığım Türk tarih teziyle paralellikler görürüz. Maddelerin sayısı bile neredeyse aynıdır. Besteci, "Pentatonizm beşeriyetin musiki yürüyüşünde her ırkta müşterek bir yol değildir, tamamıyle ırki bir hususiyeti vardır. Pentatonizm Türkün musikideki damgasıdır. Pentatonizm nerede varsa, orada oturanlar Türklerdir. Türkler eski çağlarda oralarda bir medeniyet kurarak bu yerleri tesir altında bırakmışlardır. Pentatonizmin anayurdu, Türklerin anayurdu olan Orta Asya'dır. Yayılış istikametleri Türklerin yayılış istikametleridir. Muhtelif pentatonik karakterler arasında yapılacak mukayeseler bize tarih bakımından çok mühim neticeler verecektir. Bu karşılaştırmalar anayurttan çok uzakta bulunan Türklerin menşelerini ortaya koymak imkânlarını verecektir." Bu raporu Atatürk'e sunduğu sırada, Orta Asya'dan pentatonizmin diğer coğrafi bölgelere nasıl yayıldığını gösteren bir harita eklemiş ve Türkiye Türkünün duyuşlarını anlatmak amacıyla da birkaç türkünün analizini yapmıştır. Analizini yaptığı türkülerde genelde pentatonizm dediğimiz dizilerin kullanıldığını da açıkça göstermiştir. Hatta Saygun, bu çalışmasında bir hamle daha yaparak alaturka müziğin kökeninde de pentatonizmin olduğunu açıkça ifade etmiştir. Burada raporunda açıkça yazdığı bir dipnottan alıntı yapmak istiyorum: "Kanaatime göre, alaturka denen musikinin kökü de pentatoniktir. Yani alaturka musiki sistemi pentatonizmden çıkarılmış ve kendi sahasında inkişaf ederek müstakil bir sistem haline gelmiştir. Böyle olunca halk musikisini alaturka musiki sistemine göre izah etmek değil, alaturka musiki kökünün halk musikisi sistemiyle alakasını göstermek daha doğru olacaktır."
tesekkürler güzel paylasım